Her ne kadar kökleri geçmişe uzanan bir olgu olsa da terör ve terörizm özellikle modern dönemlerde gittikçe önem kazanan siyasal bir araç haline geldi. İslam dünyası özelinde ise bu tür örgütler daha çok, büyük güçlerin belirlediğinden bağımsız politikalar izlemek isteyen ya da uzun vadeli stratejiler doğrultusunda istikrarsızlaştırılmak istenen başkentlere karşı kullanıldı. Bu örgütlerden bir kısmı nispi bir sosyolojik desteğe sahip iken ASALA gibi tamamen dış yönlendirmeli örgütler ise arkalarındaki destek çekildiği anda yok oldular. Yakın dönemde görüldüğü üzere özgürlük ve demokrasi sloganıyla yola çıkan “Arap Baharı” protestoları, darbe ya da karşı devrimle yolundan saptırılamadığında kullanışlı terör örgütleri devreye sokuldu ya da hızlı bir şekilde yenileri icat edildi.
Son kırk yıldır teröre çok sayıda kurban veren iki önemli bölge ülkesi olarak Türkiye ve İran çeşitli “etnik” ve “ulusal” terör örgütleriyle mücadele ediyorlar ve bu alanda kapsamlı sayılabilecek derecede işbirliğine sahipler. Bu nedenledir ki iki başkent bu süre içinde birbirlerine karşı eylem yapan terör örgütlerine karşı hoşgörülü yaklaşmamış; örneğin İran, FETÖ ya da PKK’nın en az yapılandığı bölge ülkeleri arasında yer alırken Türkiye de başta Halkın Mücahitleri Örgütü ya da çeşitli etnik silahlı örgütler olmak üzere rejim karşıtı yapılanmalara kapısını açmamış, İran’da çok sayıda kanlı eylemlere imza atan bu örgütler daha çok Irak, Pakistan ve Arnavutluk gibi ülkeleri üs olarak kullanmak zorunda kalmıştır. Ankara ve Tahran, aralarında tesis ettikleri güvenlik mekanizmalarıyla ideal seviyede olmasa da sürekli bir işbirliği içinde olageldiler. Bölgesel rekabet içinde bu güvenlik işbirliğinin istikrarlı yapısı hem bölgesel hem de küresel güçlerin ilgisini çekmekte.
Her ne kadar ikili ilişkilerin değerinin farkında olan kesimler ilk açıklamanın İran’da yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Fars milliyetçilerinin oyunu almak isteyen Zarif’in politik hırsları ya da İrec Mescidi’nin diplomasi alanındaki acemiliğine bağlasalar da son aylarda İran’da yerleşik Türk şirketlerinin maruz kaldığı şaşırtıcı muamele de düşünüldüğünde iç ve dış ağır baskılar altında bunalan Tahran’ın bilerek ya da bilmeyerek Ankara ile uzun yıllara sari dostluk ilişkisini yıpratan adımlar attığını gösteriyor.
Özetlenen çerçevenin ışığında İran’ın Bağdat Büyükelçisi Irec Mescidi’nin 23 Şubat’ta diplomatik teamülleri hiçe sayarak ve tanımlı görev alanının dışına çıkarak Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK mevzilerine karşı muhtemel bir operasyonunu kınaması ve Türkiye’nin Sincar’da işinin olmadığını ileri sürmesi dikkat çekti. Nitekim açıklamanın hemen ardından Bağdat’ta görevli en yüksek Türk diplomatın karşı cevabı gecikmedi ve Türk Dışişleri Bakanlığı Ankara’daki İran Büyükelçisini Bakanlığa çağırarak Türkiye’nin terörle mücadelesinde İran’ı karşısında değil yanında görmek istediğini iletti. İran Dışişleri Bakanlığı da benzer bir şekilde Tahran’da görev yapan Türk Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığına çağırarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun İran’ın Maku sınır bölgesindeki PKK varlığına yönelik sözlerinin kabul edilemez olduğunu belirtti.
Ankara’nın Tahran’a yönelik hayal kırıklığı
Aslına bakılacak olursa Ankara’nın Tahran’a yönelik hayal kırıklığının anlaşılabilir nedenleri bulunuyor. Türk hükümetleri son 40 yıldır iç politik farklılıklardan bağımsız olarak PKK ile mücadeleyi kırmızı çizgisi olarak görüyor ve bu doğrultuda gerekli gördüğü adımları atmaktan kaçınmıyor. 1998 yılında Abdullah Öcalan’ın Suriye’deki varlığı nedeniyle iki ülke neredeyse savaş noktasına gelirken, aynı yıllarda Türk savaş uçaklarının İran sınırındaki PKK kamplarını bombalaması sonucu dönemin hükümeti hayatını kaybeden İranlı köylüler için tazminat ödemeyi kabul etmişti. Elbette Türkiye’nin PKK konusundaki hassasiyeti yalnızca bölge ülkeleriyle olan ilişkilerini etkilemiyor. Yakın dönemde özellikle Suriye iç savaşıyla genişleyen ABD-YPG işbirliğinden dolayı Türkiye-ABD ilişkilerinde son yılların en büyük krizlerinden biri doğdu ve ikili ilişkilerdeki bu güvensizlik S-400 ve CAATSA gibi ardıl krizlerin doğmasına neden oldu.
Eğer İran politika değişikliğine giderek ABD’nin Suriye’de yaptığı gibi Irak’ta PKK’nın hamiliğine soyunmayı düşünüyorsa bu durumun etkileri stratejik boyutta olacaktır. YPG politikaları nedeniyle ABD gibi bir aktörle ilişkilerini bozmayı göze alan Ankara açıkça PKK’ya destek veren bir İran’a karşı da tavrını ciddi biçimde değiştirecektir.
Terörle mücadele konusuna ilkesel bakıldığında, İranlı yetkililer sürekli güvenliğin bölgesel ve kolektif bir kavram olduğunu, ülkelerin tek başına özellikle de dış güçlere dayanarak kalıcı bir güvenlik tesis etmelerinin mümkün olmadığının altını çizerken diplomatik teamüllere uzak ve asker kökenli Mescidi’nin Türkiye’nin Batı destekli bölücü terör örgütüne yönelik operasyonuna karşı çıkması en basit tabirle aymazlık olarak nitelendirilebilir. Irak içinde Şii gençlerin başını çektiği ve yaklaşık iki yıldır devam eden İran karşıtı gösterilerden rahatsız olan bazı çevrelerin yapay bir Irak milliyetçiliği dalgasını Türkiye’ye yöneltmek istemesi anlaşılabilir olsa da bu çabalar istenilen sonucu vermeyecektir. Nitekim başta Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Mesrur Barzani olmak üzere ülkedeki PKK varlığından rahatsızlık duyan çeşitli federal ve bölgesel yetkililer Türkiye’nin muhtemel operasyonuna karşı olmadıklarını açıkça ya da zımni olarak ifade ettiler.
Geçtiğimiz üç yıl boyunca Donald Trump yönetiminin ağır baskıları altında olan İran iç ve dış politika açısından zorlu bir dönemden geçiyor. Demokrat Biden yönetimi İran içinde ve dışında birçoklarının beklentisinin aksine 2015 yılında imzalanan nükleer anlaşmaya dönmediği gibi İran’a karşı uygulanan ağır yaptırımları kaldıracağına dair bir görüntü vermiyor. Tahran ise Biden yönetiminin şimdiye kadar atmış olduğu “iyi niyet adımlarını” son derece yetersiz, özellikle de füze envanteri ve bölgesel politikalarının yeni bir müzakere konusu edilmesini kabul edilemez buluyor. Üzerinde hissettiği ve sosyo-ekonomik açıdan sürdürülemez durumdaki baskılardan kurtulabilmek, yine Biden üzerindeki karşı baskıyı artırabilmek için İran tıpkı Obama döneminde olduğu gibi bir yandan nükleer faaliyetlerinin kapsamını genişletirken diğer yandan da kendine yakın gruplarla Irak üzerinden ABD’ye yönelik askeri tacizlerini sürdürüyor.
Tahran’daki karar mercilerinin Batı basınında sürekli iki bölgesel gücün karşı karşıya geleceği yönünde temenni dolu yazıların arttığı süreçte gerekli feraseti ve sağduyuyu göstermeleri yalnızca bedhah güçlerin heveslerini boşa çıkarmayacak, ikili ilişkileri yeni bir aşamaya taşıyabilecektir. Aksi durumda, tıpkı İkinci Karabağ operasyonundaki anlaşılmaz tutumu nedeniyle büyük yara alması örneğinde olduğu gibi İran’ın bölgesel politikaları bu sefer çok daha önemli kayıplarla karşılaşabilecektir.
Dostluk ilişkisini yıpratan adımlar
İran’ın halihazırda içinde bulunduğu tek sıkışıklık durumu dış politika ve ekonomi alanında değil. İç politika penceresinden de ülke tüm enerjisini Haziran ayında düzenlenecek cumhurbaşkanlığı seçimlerine teksif etmiş durumda. Ekonomik çöküşten sorumlu tutulan Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani görev süresinden sonra eski cumhurbaşkanlarının kaderine uğramamak için kendisini garantiyi almaya çalışırken, Dışişleri Bakanı Cevad Zarif gibi isimler kendilerini Ruhani’den ayrıştırma ve farklı güç odaklarıyla anlaşarak siyasi kariyerini sürdürme peşindeler. Militarist-muhafazakâr kesim için de durum farklı değil. Ellerinde tuttukları Meclis ve Yargı kurumlarından sonra gerekirse seçim mühendisliği ile kalan son erki de ele geçirip Hamaney sonrası İran’ın tartışılmaz hâkimi olma planları yapıyorlar. Böylesi bir kaotik ortamda yoğun bir dikkat ve emek gerektiren hassas konularda hata yapma olasılığı gittikçe artıyor. Nitekim son Karabağ savaşında bu durumun bir örneği yaşandı. İranlı kurumlar savaşa o kadar hazırlıksız yakalandı ki bir buçuk aylık çatışma sırasında birçok yetkiliden 180 derece zıt açıklamalar duyuldu. Özellikle dış politika ezberleri üzerinden yürüme kolaycılığına kaçan gruplar “tekfirci teröristler” ve “Siyonist komplo” dışında söylem üretmekte zorlandılar. Aynı söylemin seçim atmosferindeki ülkede tekrarlanmaya devam etmesi de ayrıca ilginç.
Gerek Dışişleri Bakanı Zarif’in geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sosyal medya üzerinden yayınladığı saygısız ithamlar gerekse de Bağdat Büyükelçisi Mescidi’nin PKK’ya destek olarak yorumlanan açıklamalarına bakarak, Ankara-Tahran ilişkilerini tehdit eden en önemli meydan okumanın kimi İranlı yetkililerin sorumsuz tutumlarından kaynaklandığı ileri sürülebilir. Her ne kadar ikili ilişkilerin değerinin farkında olan kesimler ilk açıklamanın İran’da yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Fars milliyetçilerinin oyunu almak isteyen Zarif’in politik hırsları ya da İrec Mescidi’nin diplomasi alanındaki acemiliğine bağlasalar da son aylarda İran’da yerleşik Türk şirketlerinin maruz kaldığı şaşırtıcı muamele de düşünüldüğünde iç ve dış ağır baskılar altında bunalan Tahran’ın bilerek ya da bilmeyerek Ankara ile uzun yıllara sari dostluk ilişkisini yıpratan adımlar attığını gösteriyor.
İranlı ya da iltisaklı bazı grupların “Musul, Kerkük işgali” ya da “Yeni Osmanlıcılık” gibi ithamlarının aksine Türkiye açısından bakıldığında operasyonun nedeni ve hedefleri son derece nettir. Son yıllardaki etkili operasyonlar ile ülke içindeki etkinliği bitme noktasına gelen PKK’nın Suriye ve Irak’taki etkinliğini artırma çabası içinde olduğu biliniyor. Suriye’de isim değiştirerek ABD koruması altına giren örgüt kısmi bir dokunulmazlık kazansa da Irak’taki varlığı böyle bir koruma altında değil. Dolayısıyla Türkiye Suriye özelinde ABD ile ilişkileri daha fazla germemek için YPG konusunda askeri bir adım atmasa da Irak içinde böyle bir koruma kalkanı bulunmuyor. Ancak eğer İran politika değişikliğine giderek ABD’nin Suriye’de yaptığı gibi Irak’ta PKK’nın hamiliğine soyunmayı düşünüyorsa bu durumun etkileri stratejik boyutta olacaktır. YPG politikaları nedeniyle ABD gibi bir aktörle ilişkilerini bozmayı göze alan Ankara açıkça PKK’ya destek veren bir İran’a karşı da tavrını ciddi biçimde değiştirecektir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin PKK mevzilerine karşı stratejik öneme sahip Sincar’daki olası operasyonu Irak’ın toprak bütünlüğünü ihlal anlamına gelmediği gibi, bu durumun üçüncü ülkeleri ilgilendiren bir tarafı da bulunmamaktadır. İran’ın kimi zaman yaptığı gibi kendi açısından maksimalist davranıp Türkiye’nin güvenlik endişelerini ciddiye almaması, daha da kötüsü kendisine bağlı olduğu bilinen milis gruplarını sahaya sürmesi halinde Afrin ve İdlib’deki senaryoların bir benzeri yaşanabilir. Bu durum operasyonun nihai sonucunu değiştirmese de Türk karar alıcılarının İran’ın “bölgesel güvenlik ve işbirliği” derken neyi kastettiğini anlamalarını kolaylaştıracaktır. Tahran’daki karar mercilerinin Batı basınında sürekli iki bölgesel gücün karşı karşıya geleceği yönünde temenni dolu yazıların arttığı süreçte gerekli feraseti ve sağduyuyu göstermeleri yalnızca bedhah güçlerin heveslerini boşa çıkarmayacak, ikili ilişkileri yeni bir aşamaya taşıyabilecektir. Aksi durumda, tıpkı İkinci Karabağ operasyonundaki anlaşılmaz tutumu nedeniyle büyük yara alması örneğinde olduğu gibi İran’ın bölgesel politikaları bu sefer çok daha önemli kayıplarla karşılaşabilecektir.
[Dr. Hakkı Uygur İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) başkan vekilidir]