“Avrupa İstikrar İnisiyatifi” adlı düşünce kuruluşunun başkanı ve Türkiye-AB arasındaki 18 Mart mutabakatının mimarı olan Gerald Knaus AB ile Türkiye arasında sığınmacılara dair var olan mutabakat ve bu mutabakatın yenilenmesiyle ilgili süreç hakkında SETA Brüksel ofisinden Zeliha Eliaçık’ın sorularını yanıtladı.
AB-Türkiye mutabakatı bağlamında geçtiğimiz beş yılı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’den AB’ye teknelerle geçmeye çalışan sığınmacıların sayılarının hızla azaldığı son beş yılda iki mühim dönemeç yaşadık; nasıl elde edildikleri açısından bundan daha farklı olamayacak iki mühim dönemeç. 2016’da AB ve Türkiye 18 Mart AB-Türkiye Mutabakatı’nı imzaladı ve bunu takiben Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışan sığınmacı sayısı 12 ayda 1 milyondan 26 bine düştü; yalnızca 12 ayda. Bu taraflar arasındaki işbirliği neticesinde gerçekleşti: AB Türkiye’deki sığınmacılara yardım etmek için para topladı, Türkiye’den sığınmacı alma sözü verdi. Türkiye de 20 Mart itibarıyla AB’ye ve uluslararası hukuka göre, Yunanistan iltica sisteminin haklarında “iade edilebilir” tespitini yaptığı sığınmacıları geri alma sözü verdi. Bu anlaşma düzensiz göçleri engelledi ve Ege denizindeki ölümleri dramatik bir şekilde azalttı. Anlaşma öncesindeki 12 ayda bin 100 kişi hayatını kaybederken, sonrasındaki 12 ayda bu sayı 80’e düştü. Bu diplomatik atılım hayatları kurtardı.
Şimdi de bir yıl kadar önceki azalmalara bakın: Mart 2020 öncesinde, 12 ayda 62 bin sığınmacı Türkiye üzerinden Yunan adalarına ulaştı. Son 12 ayda bu sayı 3 binden azdı. Burada sorun, bu ikinci bahsettiğim azalmanın Türkiye ile AB arasındaki bir işbirliğinin neticesi olmaması. Bu süreçte iade yoktu; söz konusu azalma sadece şiddet kullanarak geri çevirme ve caydırıcılık yoluyla gerçekleşti.
Beş yıl önce olan şey Türkiye için bir “kazanım”, AB için bir “kazanım” ve -AB’nin de mutabakatta sürdürme taahhüdünde bulunduğu- küresel sığınmacı koruma sistemi açısından bir “kazanımdı”. Ancak son 12 ayda elde ettiğimiz tek şey “kayıp, kayıp, kayıp”: AB’den artık ek bir ekonomik fon sağlama sözü yok, Ege denizinde hukukun üstünlüğü açısından derin bir kriz var. Aksine, şiddet kullanarak geri çevirmeleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ve (BM) sığınmacı sözleşmesinin bel kemiğini oluşturan “geri göndermeme” ilkesinin yok edildiğini görüyoruz.
AB-Türkiye Mutabakatı’nın uygulanması konusunda en büyük problemi nerede görüyorsunuz?
İşlemesi gereken ancak asla işlemeyen bir şey var ki o da Yunanistan’dan Türkiye’ye iadeler konusu. 2019 Aralık ayına kadar 143 bin kişi Yunan adalarına vardı ve o zamana kadar 2 bin kişi Türkiye’ye iade edildi (ay başına 44 kişi). Bu durum, sığınmacıların çok kötü şartlar altında gereğinden fazla uzun bir süre Yunan adalarında tutulmasına ve sürekli bir krize neden oldu; sonunda da bunların çok azı iade edildi. Bu durum aslında uluslararası hukuk bağlamında ele alınmalıydı ve alınabilirdi. Son 12 ayda sığınmacıların adalara gelmesini durdurmak için uygulanan yöntemler, bu sayıda çok keskin bir azalma sağladı. Uluslararası örgütlerin hakkında uyarıda bulunduğu, STK’ların tarif ettiği bu durum, uluslararası medyada geniş yankı buldu. Türk Sahil Güvenliği geçen yıl 9 bin geri çevirmenin gerçekleştirildiğini tahmin ediyor. Halihazırda, 2016’da olduğu gibi, gelecek yıllar için Türkiye’deki sığınmacılara ek bir para ödenmesi sözü yok. Türkiye’den alınıp (Avrupa’ya) yerleştirilecek de çok az sayıda kişi var. Özellikle adalarda devam eden kötü durumla birlikte, mevcut durum Yunanistan için de daha kötü. Benim gibi, AB’nin temel değerlerine bağlı kalınması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne saygı duyulması, sığınmacıların şiddet kullanılarak geri çevrilmemesi ve sığınmacı sözleşmesine sadık kalınması gerektiğini düşünen herhangi biri bu durum karşısında endişelenmeli. Fakat bunun herhangi bir alternatifi hem Türkiye hem de Yunanistan açısından işe yarar olmalı.
Mutabakatın hangi kısımlarını yerine getirmek daha kolaydı? Öte yandan, hangi kısımları AB ya da Türkiye için hayal kırıklığı yarattı?
Macaristan’dan Hırvatistan ve Yunanistan’a kadar birçok AB sınırında, AB hukuku, BM sığınmacı sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ihlal edilmekte. Çalışma arkadaşlarım ve ben son beş yıldır bu konuda uyarılarda bulunuyoruz. Eğer demokrasiler kontrolü kaybetmekten korkuyorlarsa ve sığınmacı akınını durdurmak konusunda kararlılarsa, bunu yapabilirler. Ne var ki bunu AB hukuku ve insan hakları sözleşmesi ve sığınmacı sözleşmesiyle paralel olarak yapmak çaba ve ortaklar gerektiriyor. Sığınmacıları caydırmak için uygulanan şiddet kullanarak geri çevirme stratejisine alışılması, BM tarafından imzalanan sığınmacıların hukuki durumuna dair sözleşmenin 70. yılında verilen korkunç bir işaret anlamına geliyor.
Bu hususta bir yenileme olmalı mı? Bize bunun niçin gerekli olduğunu açıklayabilir misiniz?
Anlaşmanın herkes için işleyebilmesi için güncellenmesi gerekiyor. En büyük tehdit, eğer yakın zamanda yenilenmiş bir anlaşma olmazsa, uygulanan geri çevirme politikasına alışan insan sayısının AB’de artış gösterecek olmasıdır. 2020’de Meksika sınırından [ABD’ye] geçen kişi sayısı çok az olduğu için, Avrupalılar diyebilirler ki “Trump’ın ABD-Meksika sınırında yaptığı şey acımasızcaydı ama işe yaradı”. Başkan Biden da Trump’ın bu husustaki politikasında henüz bir değişiklik yapmadı; insanlar hâlâ her gün geri çevriliyorlar. Biden’ın bir değişiklik yapabilmesi için ABD’nin Meksika ve Kosta Rika’yla Türkiye ile AB arasındaki gibi bir anlaşma yapmaya ihtiyacı var; yeniden yerleştirmelere ve hızlı iltica ve iade süreçlerine ihtiyaç var. Ancak hem ABD hem AB sadece sınırlarını kapatmakla kalırlarsa, sığınmacı sözleşmesi ve geri göndermeme ilkesi Ege denizinde ve Rio Grande nehrinde boğulur gider. Olabildiğince hızlı bir şekilde, işbirliği yoluyla, insani sınırlar ve kontrollerin olabileceğini göstermemiz gerekiyor. Türkiye ve AB bu hususta yol gösterebilirler.
Yenilenecek mutabakatın süresi ne olmalı? İçeriği nasıl olmalı, neden? Sözleşmenin ortakları kimler olmalı?
AB gerçekçi, çıkar-temelli ve değerlerin yön verdiği yeni bir mutabakata varırken beş yıl önceki cesarete ve vizyona sahip olmalı. Türkiye ve AB yeniden diyalog kurmalı. AB dünyadaki en yüksek sayıda sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’nin hâlâ çok büyük bir sorumluluğu taşıdığını akıldan çıkarmamalı. AB Türkiye’deki sığınmacıların eğitim, sağlık ve sosyal harcamaları için önemli miktarda bir para desteğini daha masaya koymalı. Ayrıca 2016’da söz verdiği -ve şimdiye kadar pek mütevazı bir şekilde uyguladığı gibi- Türkiye’den AB’ye hukuki ve düzenli bir şekilde daha fazla sığınmacı aktarımını gerçekleştirme düşüncesine geri dönmeli. AB aynı zamanda Türkiye’yle daha yoğun bir diyaloğa girmeli; Suriye’nin kuzeybatısında milyonlarca kişinin yerinden edilmesine neden olan ve halen devam eden felaketi ele almanın yollarını bulmak için ABD ve diğer aktörleri bir araya getirmeli. Bu tüm medeni dünya tarafından ele alınması gereken insani bir öncelik olmalı. Brüksel, Berlin, Atina ve Ankara’da gerçekleştirdiğimiz çok sayıda görüş alışverişinden sonra, ben ve arkadaşlarım, AB-Türkiye mutabakatının nasıl revize edilebileceği konusunda taslak bir öneriyi internette yayımladık. Bu müzakere edilmek üzere bir öneri taslağı; çünkü nihayetinde siyasilerin ve hükümetlerin benzeri bir öneriyi masaya koyabilecek cesarete sahip olmaları gerekiyor. Kimse başka bir şey önerecek cesareti göstermezse, mevcut durum/statüko devam eder gider.
Fakat bahsettiğim ilkeler çerçevesinde, anlaşma yakın zamanda yenilenecekse, bu son on yılların dünyadaki en büyük sığınmacı krizine verilmiş güvenilir bir yanıt olmalıdır. Krize dair endişeleri olan Almanya, Yunanistan ve Türkiye, böyle yeni bir anlaşmaya ulaşılmasında yardımcı olmalıdır. Almanya ve Türkiye son sekiz yılda dünya çapında en çok sığınmacı alan üç ülkeden ikisi.
Bir AB-Türkiye ortaklığı nasıl görünürdü/görünmelidir?
AB’nin sığınmacılar için ve -Sultanbeyli’den Kilis’e- onlara Türkiye’de ev sahipliği yapanlar için daha fazla para ayırması gerekiyor. Sonuçta bu sayı her yıl sadece doğumlar nedeniyle yaklaşık 100 bin artmakta. Ve birtakım yeniden yerleştirmelerde bulunma konusunda da taahhütte bulunmalılar. AB-Türkiye mutabakatının bir an önce revize edilmesini temenni ediyorum. Beşinci yıldönümüne kadar bunun gerçekleşeceğini ummuştum. Birçok siyasetçi anlaşılır bir şekilde salgına, sosyal ve ekonomik konulara odaklanıyor; ancak sığınmacılar konusu ortadan kaybolup da gidecek değil. Bunu şimdi ele almak ve önümüzdeki beş yıl için bir çerçeveye oturtmak daha iyi olacaktır.
AB-Türkiye bildirisinin Türkiye-AB ilişkisine nasıl bir etkisi var?
Bu ilişkide birçok gerginlik söz konusu ve güvenden bahsetmek zor. Bunun üstesinden gelmenin yolu sadece konuşmaktan değil, çıkarlara dayalı eylemlerden, ama aynı zamanda değerlerden geçiyor; bu o zaman mümkün olabilir. Bu da adım adım ilerlenmesi anlamına geliyor. Bunun hemen mümkün olduğu bir nokta -ki çünkü daha önce yapılabilmişti- yenilenmiş bir AB-Türkiye mutabakatıdır.
AB göç politikasını AB değerleriyle karşılaştırıldığında nasıl görüyorsunuz? Bu politika Avrupa Birliği Temel Haklar Bildirge’sine uygun mudur?
AB’de statükonun iyi olduğunu söyleyen hükümetler var. Hiçbir şeyi değiştirme konusunda üstlerinde bir baskı hissetmiyorlar. Buna “hayır” diyen, “AB demek hukukun üstünlüğü demektir” ve “AB’nin sığınmacı sözleşmesini savunması gerekiyor” diyen hükümetler de var. Bu tartışmayı kim kazanarak gerçekliği şekillendirecek? Şu anda, birçok AB ülkesinin sınırında, AB hukuku ve Tüzük’ü ihlal edilmekte. Neyse ki AB’de yenilenen bir bildirinin iki önemli ortağı olan Yunanistan ve Almanya’dakiler de dahil olmak üzere, bunu değiştirmek isteyen pek çok kişi var. Caydırıcılığa dayalı göç politikası, ancak dünyanın dört bir yanında gördüğümüz şekilde işe yarayabilir; ne var ki bu Temel Haklar Tüzüğü’ne uygun değildir; çünkü [caydırıcılık] insan onuruna saygı duymadan işlev görüyor.
Mutabakatı yenilemeye dair bir anlaşma varsa, muhtemel senaryo nasıl olur? Böyle bir anlaşma yoksa durum ne olabilir?
Suriye’nin göç krizi, dünyada on yıllardır yaşanmış en büyük sığınmacı krizidir. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) tarafından tespit edilen sığınmacı sayısı 2010-2020 yılları arasında 10 milyondan 20 milyona yükselmiştir ve böylece dünyada bu sayıya eklenen sığınmacıların üçte biri Türkiye’de bulunuyor. Fakat bu aynı zamanda AB’nin de meselesidir.
Anlaşma olmazsa statüko devam edecektir. Ve çoğunluklar buna alışabilir olsa da, bunu kontrol altında tutmanın tek yolunun bu olduğuna dair yanlış bir düşünceye kapılırsak, o zaman ancak bir “kaybet-kaybet” senaryosunda kalırız. AB değerlerinden vazgeçerek kaybeder. Diğer birçok ülkenin yaptığı gibi AB de Sığınmacı Sözleşmesi’nden vazgeçecek olursa, sığınmacılar dünya çapında kaybederler. Türkiye desteğini kaybettiği için kaybeder; karşılığında da hiçbir şey elde edemez. Umarım bu [senaryo] yakın bir zamanda liderlik [AB liderliği] tarafından önlenebilir ki o zaman Sığınmacı Sözleşmesi’nin 70. yılından da selametle çıktığını söyleyebilelim.
[Şarkiyatçılık, Avrupa ve Müslüman toplumlarda azınlıklar, İslamofobi ve Almanya’nın dış siyaseti konularında çalışan Zeliha Eliaçık SETA Brüksel Ofisi’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır]
Mütercim: Tuğçenur Yılmaz Akgün, Ömer Çolakoğlu