Avrupa ülkelerinin Çin ve Rusya ile ilişkilerinde ABD’den önemli ölçüde ayrışmalarına rağmen Ortadoğu’da Washington ile birlikte hareket etme eğiliminde oldukları, hatta ABD’ye liderlik atfettikleri söylenebilir. Öte yandan ABD’nin de Çin’le rekabete odaklanırken Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması için Avrupalı ve Ortadoğulu müttefikleriyle görev/maliyet paylaşımını artırmaya çalışacağı öngörülebilir. Dolayısıyla Biden dönemi, birbirini tamamlayan bu iki dinamik çerçevesinde, Amerikalı ve Avrupalı müttefiklerin Ortadoğu’ya yönelik birçok konuda ortak tutum sergilemesine sahne olabilir.
İran dosyası
Avrupa ülkeleri ile ABD’nin Ortadoğu gündeminde şüphesiz en önemli başlık İran ile yeniden nükleer müzakere masasına dönerek kalıcı bir anlaşma sağlamak. Zira Atlantik okyanusunun her iki tarafında arzulanan, başta İran’ın nükleer silaha sahip olmasını kati surette engellemek ve bölgede olası bir nükleer yarışın önüne geçmektir. Biden yönetiminin İran ile müzakereyi özellikle iç siyasi hesaplar nedeniyle bu zamana kadar ertelemesi, P5+1 nükleer müzakere grubu içinde de temsil edilen Avrupalıları hayal kırıklığına uğrattı ve Ortadoğu’da risk ortamını artırdı. İran’daki ekonomik darboğaz ve yaklaşan seçimler sebebiyle mevcut fırsat penceresinin kritik olduğunu değerlendiren Almanya, Fransa ve İngiltere’den müteşekkil E3 grubu Tahran ile Washington arasında yoğun bir diplomasi yürüttü. Bu çabanın ilk sonucu (ABD ile İran arasında ikili görüşmelerin yapılması şimdilik öngörülmese de) uluslararası müzakereci tarafların 2015’te imzalanan nükleer anlaşmaya geri dönüşü tartışmak üzere Viyana’da tekrar bir araya gelmeyi kabul etmeleri oldu. Bu gelişmeyi mümkün kılan diğer bir etken ise Biden’ın hem sürmekte olan başkanlığını hem de 2024’teki adaylığını koruması açısından, İran ve desteklediği milislerle bölgesel bir çatışmanın içine çekilmeyi ya da diğer taraftan İran’ın daha çok uranyum zenginleştirerek nükleer silaha yakınlaşmasına seyirci kalmayı istememesi. Tahran’ın 2015’teki uzlaşıyı asgari anlaşma zemini olarak görmesi ve bölgesel rolünü hedef alan ek talepleri reddetmesinde bu gözlemin de payı olabilir.
Transatlantik güvenlik stratejisinde önemli bir yere sahip olan Körfez bölgesinde işbirliğinin artacağına dair genel bir kanaat söz konusu. Üç buçuk yılın ardından Katar ablukasının kaldırılmasıyla beraber, Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) özellikle yaptırım kıskacından kurtulması beklenen İran’a yönelik daha güçlü bir denge oluşturması hedefleniyor.
Yeni bir müzakere dönemine adım atarken hesaba katılması gereken bir husus da sürecin sabote edilmemesi ve sağlanacak anlaşmanın kalıcı olması için Ortadoğu’da İran karşıtı bloğun teskin edilmesidir. Zira bölgenin tek nükleer gücü olan İsrail başta olmak üzere Körfez ülkeleri, İran’ın nükleer uzlaşı ve yaptırımların kalkması sonucunda ekonomik refahını artırarak Ortadoğu’da daha fazla güçlenmesi, vekil gruplarına daha çok kaynak aktarması ve bunları daha etkin bir şekilde kullanabilmesinden endişe duymaktalar. Keza İran’ın balistik füze programının ve bölgesel rolünün (2015’te sağlanan anlaşmanın dışında tutulduğu gibi) şimdi de müzakerenin parçası olmayacağı endişesi, İran karşıtı bu ülkelerin itirazlarını güçlendiriyor.
Bu kaygıları paylaşan ancak nükleer anlaşmanın elzemliğini öne çıkaran Avrupa ve Amerika tarafları ise bölgedeki müttefikleri ikna etme çabalarında, endişe yaratan diğer hususların, İran ile stratejik pazarlığın başlangıcı olacak bu anlaşmanın sağlanmasından sonra ayrıca tartışılacağı yönünde telkinlerde bulunmaktalar. Örneğin Biden yönetimi her ne kadar Yemen’deki İran destekli ve sadece İran tarafından tanınan Husileri terörist kategorisinden çıkarsa da, Suudi Arabistan’ın güvenliğine gerekli desteği vermeye devam edeceğini açıklayarak “İran tehdidine” karşı bir güvenlik teminatı mesajı verdi. Bu teminatın, ABD’nin Ortadoğu’da angajmanını azaltarak kaynaklarını ve dikkatini Asya Pasifik bölgesine yönelttiği bir dönemde ne kadar gerçekçi olduğunu, tehdidin boyutu ile Washington’ın dış politika öncelikleri arasındaki ilişki belirleyecektir. Her halükârda, Biden yönetiminin bölgesel müttefiklerini koruma ve İran’ı dengeleme konusunda, Trump döneminde başvurulan (Kasım Süleymani suikastında olduğu gibi) sert güç unsurlarına daha temkinli yaklaşması bekleniyor. Tam da bu gibi beklentiler ve ABD’nin bölgede azalan rolü sebebiyle İsrail, Körfez ve Kuzey Afrika ülkeleri İran tehdidi karşısında resmi bir normalleşme sürecine girdiler.
Halkları baypas ederek İsrail ile Arap yönetimleri arasında Trump liderliğinde sağlanan ve İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) ile resmileşen normalleşme Avrupalı ülkeler tarafından da takdirle karşılanmıştı. Trump’ın Biden döneminde de devamlılık teşkil edecek bu mirası, Avrupa’da “Ortadoğu’da barış ve istikrara katkı sunacak tarihi bir yakınlaşma” şeklinde yorumlanıyor.
Özetle, transatlantik bir İran politikası beklenebilir. Nitekim ABD’nin ilk kez başkanlık düzeyinde temsil edildiği Münih Güvenlik Konferansı’nda Biden’ın sarf ettiği “Amerika geri döndü; transatlantik ittifak geri döndü” ifadeleri Avrupa başkentlerinde ABD’ye yönelik liderlik beklentilerini canlandırdı. Nükleer diplomasiden elde edilecek sonuç, İran’ın Batı’yla olduğu gibi Ortadoğu ülkeleriyle de ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir. Avrupa için nükleer uzlaşı istikrarsızlık dalgaları yaratabilecek bölgesel bir çatışma potansiyelinin ortadan kaldırılması anlamına gelse de, İran üzerindeki siyasi baskının kalkması sonucunu doğurmaz. Bilakis Tahran’ın bölgesel politikalarında tavizler vermesi beklenebilir ve bu yönde talepler çoğalabilir.
İsrail ile normalleşme
Halkları baypas ederek İsrail ile Arap yönetimleri arasında Trump liderliğinde sağlanan ve İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords) ile resmileşen normalleşme Avrupalı ülkeler tarafından da takdirle karşılanmıştı. Trump’ın Biden döneminde de devamlılık teşkil edecek bu mirası, Avrupa’da “Ortadoğu’da barış ve istikrara katkı sunacak tarihi bir yakınlaşma” şeklinde yorumlanıyor. Washington Avrupalı müttefikleriyle beraber, bir siyasi momentum olarak gördüğü İsrail ile normalleşme trendine katılımın artması için, başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu’da ve Afrika’da birçok ülkeyi teşvik etmeyi sürdürecektir.
Bu gidişat elbette Filistinlilerin durumunu akla getiriyor. Söz konusu normalleşme Filistin açısından hiçbir iyileşme ifade etmemekle beraber, uluslararası hukuka aykırı olan mevcut durumu daha da konsolide ediyor. Bu noktada, demokrasi ve insan hakları gibi uluslararası normlara vurgu yapan Biden yönetiminin Trump’ın aksine İsrail’in Arap ve Müslüman dünya ile normalleşmesini Filistin meselesinden ayrı tutması ve Trump’ın damadı Kushner tarafından ortaya atılan “Yüzyılın Anlaşması” gibi Filistin halkını kaderinin dışında bırakan inisiyatiflere mesafeli durması bekleniyor. Seçim kampanyası sırasında Doğu Kudüs’te bir ABD konsolosluğu açma önerisinde bulunan Biden’ın, Filistin varlığının ABD ve Batı tarafından yok sayılmadığı mesajını taşıyan birtakım sembolik adımlar atması ihtimal dahilinde. Bu yönde uluslararası çok taraflılık ve kurumsalcılık vurgularının artması ve Avrupalı müttefiklerle beraber Filistinlilere yönelik Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde maddi ve insani yardım gibi birtakım “kozmetik olumlulukların” görülmesi muhtemel. Nitekim Biden’ın ilk icraatlarından biri olarak, Trump tarafından dondurulan Filistinlilere yardımın yeniden başlatılması bunun habercisi olarak okunabilir.
Bunun yanı sıra Biden yönetimi Avrupalı ortaklarla, sahadaki realitenin aksine, iki devletli çözümden yana olduklarının altını çizerek söylem birliği içinde olacaktır. Ancak Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te görüldüğü gibi, transatlantik ittifakın, İsrail’in iki devletli çözümü imkânsız kılan politikalarını değiştirmeye yönelik temkinli eleştirilerinin ötesinde pek bir etkisi olmayacaktır. Bu anlamda, Trump döneminde Amerikan Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması gibi İsrail’i karşılıksız ödüllendiren politikaların geriye çevrilmesi beklenmiyor.
Biden yönetiminin İran ile müzakereyi özellikle iç siyasi hesaplar nedeniyle bu zamana kadar ertelemesi, P5+1 nükleer müzakere grubu içinde de temsil edilen Avrupalıları hayal kırıklığına uğrattı ve Ortadoğu’da risk ortamını artırdı. İran’daki ekonomik darboğaz ve yaklaşan seçimler sebebiyle mevcut fırsat penceresinin kritik olduğunu değerlendiren Almanya, Fransa ve İngiltere’den müteşekkil E3 grubu Tahran ile Washington arasında yoğun bir diplomasi yürüttü.
Körfez ile ilişkiler
Transatlantik güvenlik stratejisinde önemli bir yere sahip olan Körfez bölgesinde işbirliğinin artacağına dair genel bir kanaat söz konusu. Üç buçuk yılın ardından Katar ablukasının kaldırılmasıyla beraber, Körfez İşbirliği Konseyi’nin (KİK) özellikle yaptırım kıskacından kurtulması beklenen İran’a yönelik daha güçlü bir denge oluşturması hedefleniyor. Transatlantik ittifak Biden liderliğinde bu dengenin sağlanması ve güvenlik alanında daha fazla koordinasyon ve görev paylaşımının yapılması için teşvik edici rol oynayabilir. KİK içinde İsrail ile normalleşenlerin sayısını artırmanın bir amacı da Körfez içindeki ihtilafları asgariye indirmek. Benzer şekilde, Biden ve Avrupalı müttefiklerin İran ile diplomaside önemsediği bir konu olan Yemen’deki savaşın sonlandırılması KİK içindeki önemli bir çatlağı kapatacaktır. Körfez’de elde edilecek “saf birliğinin” ve istikrarın Avrupa’nın sınır güvenliğine de katkı sağlayacağı ve özellikle Irak, Suriye, Lübnan ve Libya’dan Avrupa sınırlarına doğru taşan sorunların önüne geçilmesinde yararlı olacağı düşünülüyor.
Tam da bu noktada, Ortadoğu’da 2011’den bu yana bölgesel düzenin statükonun aleyhine dönüşmesini engellemeyi önceliği haline getiren Körfez ülkeleri ile transatlantik ittifak arasında bir çıkar birliği oluşmakta. Bunun en güncel örneği, barındırdığı tüm fark ve çeşitliliği göz ardı ederek siyasal İslam’a karşı topyekûn bir mücadele ilan eden Abu Dabi ile Paris arasındaki stratejik yakınlaşma. Washington, Londra, Berlin, Paris ve Abu Dabi ile Riyad hattında terörle mücadelede daha fazla işbirliği vurgusu beklenirken, Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki rekabeti gözetmek özellikle Avrupa Birliği (AB) açısından önemli olacaktır. Bu bölgesel çerçevenin yanı sıra, Kaşıkçı suikastının gösterdiği üzere, insan hakları ihlalleri gibi ülkelerin iç siyasetine yönelik konular karşılıklı ilişkilerde daha tali bir rol oynayabilir.
NATO’nun yakın bir zamanda Irak’taki personelini 500’den 4 bine çıkarmasının da işaret ettiği gibi, transatlantik ittifakın önümüzdeki dönemde Ortadoğu’da görev/maliyet paylaşımını artıracağı yönündeki tahminler güçleniyor. DEAŞ terör örgütünün Irak özelinde tekrar zemin kazanmasını engellemek bu personel artışının resmi gerekçesi olarak öne sürülse de, NATO’nun varlığı aynı zamanda İran’ın Irak üzerinde 2003 Amerikan işgali sonucunda tahkim ettiği siyasi etkisini sınırlandırmaya yöneliktir.
Son olarak, petrol piyasalarında istikrar, askeri güvenlik ve -geçen haftalarda Süveyş kanalında yaşanan kazanın gözler önüne serdiği- ticaret yollarının güvenliği gibi Körfez’le geleneksel işbirliği alanlarının yanına, gelecek dönemlerde alternatif enerji kaynakları, dijitalleşme ve Yeşil Mutabakat gibi başlıklar eklenecektir.
[Avrupa-Ortadoğu ilişkileri ve Ortadoğu’da hiyerarşi konularında çalışmalar yürüten Serra Can Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nde araştırma görevlisidir]