Rusya’da Vladimir Putin’in üçüncü kez devlet başkanı seçildiği 2012 yılından beri ABD-Rusya ilişkileri sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Rusya’nın 2000’li yılların başlarında dış borcunu kapatarak daha aktif bir dış politika izlemeye başlaması ve dikkatini yeniden eski Sovyet coğrafyasına çevirmesi, bölgede peş peşe Batı destekli renkli devrim denemelerinin gerçekleşmesi Rusya ile ABD arasında 11 Eylül 2001’in ardından başlayan “romantik ilişkilere” son verdi. Yine taraflar arasında Sovyetler Birliği döneminden miras kalan askeri rekabetin devam etmesi, Moskova’nın gerek NATO ile Avrupa Birliği’nin (AB) genişlemesini gerekse de Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) coğrafyasındaki renkli devrimler ile Orta Doğu’da yaşanan Arap Baharını kendi çıkarlarına tehdit olarak görmesi, Batı’nın ise Rusya’nın yakın çevre siyasetini emperyalist siyasetinin devamı olarak nitelendirmesi, ABD’nin özellikle enerji alanında AB’ye Rusya ile geliştirdiği işbirliğini sınırlandırma konusunda baskı yapması gibi faktörlerin de iki ülke arasındaki rekabetin gittikçe artmasında ve ilişkilerin gerginleşmesinde etkisi büyük.
Aynı günde hem Rusya’ya yaptırımları artıracağını açıklayan hem de kendi çıkarları doğrultusunda Rusya ile işbirliği geliştirmeye hazır olduğunu duyuran Biden yönetiminin yeni Rusya siyasetindeki ikinci özellik ise Rusya ile münasebetlerde AB ülkelerini de kendisiyle birlikte hareket etme konusunda zorlaması.
ABD’nin Moskova’yı 2016 Başkanlık seçimlerine müdahale etmekle suçlaması ise ilişkileri Soğuk Savaş dönemindeki seviyeye kadar geriletti. Rusya’nın müdahalesiyle seçildiği ileri sürülen Donald Trump’ın döneminde münasebetlerde bir iyileşme olmadığı gibi Joe Biden’ın yemininden sonra taraflar birkaç kez askeri çatışma riskiyle de karşı karşıya kaldılar. Şüphesiz günümüzde ABD ve Rusya arasında doğrudan askeri bir çatışmanın yaşanması gerçekçi bir ihtimal değil. Ancak Biden’ın Rusya’yı ABD’deki seçimlere müdahalede bulunmakla suçlayarak son yıllarda uygulanan ekonomik ve diplomatik yaptırımları genişletmesi, Kremlin’in de buna karşı bir cevap vermesi, tarafların büyükelçiliklerindeki personeli karşılıklı olarak asgari seviyeye indirmelerine sebep oldu.
Bulgaristan, Çekya ve diğer ülkelerdeki gelişmelerin Biden’ın iktidara gelip Rusya ile diplomatik krizin patlak vermesinden sonra yaşanması, ABD’nin bu gelişmelerdeki etkisinin sorgulanmasına neden oluyor.
“Geri dönen Amerika”nın hedefleri
Peki, ilişkilerin iyice gerilmesinin sebebi yalnızca ABD’nin Kremlin’i başkanlık seçimlerine müdahil olmakla suçlaması mı?
Biden seçimleri kazandıktan hemen sonra “Amerika geri döndü ve dünyayı yönetip liderlik etmeye hazır” açıklamasında bulundu. Bu açıklama bundan sonraki süreçte Rusya ve Türkiye gibi ülkelerin ABD ile daha fazla sorun yaşayacaklarının habercisi oldu. Zira Trump’ın “Önce Amerika” politikasının öne çıktığı dört yıllık iktidarı döneminde Türkiye ile Rusya, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya kadar geniş bir coğrafyada etkilerini artırdı. “Geri dönen Amerika”nın da başta enerji olmak üzere birçok açıdan büyük önem arz eden Orta Doğu ve Kafkaslar’da Rusya ile Türkiye’nin varlığından rahatsız olduğu görülüyor. Ayrıca birçok hususta ayrışsalar da Rusya-Türkiye yakınlaşması şüphesiz Beyaz Saray’ın hoşlandığı bir durum değil. Bunun bir neticesi olarak Washington Türkiye’ye karşı sözde Ermeni soykırımı kartını kullanırken Rusya’yı da ekonomik olarak iyice zor duruma düşürmek ve yalnızlaştırmak istiyor. Bunun için de bir taraftan Rusya’ya uygulanan yaptırımlar artırıldı, diğer taraftan da birçok ülkeyle diplomatik krizler yaşaması tetiklendi.
Batı parçalanmış bir Rusya’dan ziyade, onun, tıpkı 1990’lı yıllarda olduğu gibi kendi kabuğuna çekilen, kırmızı çizgisini kendi sınırına çeken, Orta Doğu ve diğer bölgelerde ABD’nin işini zorlaştırmayan bir ülke olmasını hayal ediyor.
Joe Biden’ın Rusya siyasetinin iki özelliği göze çarpıyor: ABD yönetimi aynı gün içinde bir taraftan Rusya’ya yaptırımları artıracağını açıklarken diğer taraftan da kendi çıkarları doğrultusunda Rusya ile işbirliği geliştirmeye hazır olduğunu dile getiriyor. ABD’nin Kuzey Akım-2 projesi örneğindeki gibi AB’ye, Rusya ile enerji alanındaki işbirliğini sınırlandırması konusunda baskı yapması, kendisinin ise 2020’de Rusya’dan aldığı petrol oranını artırması (ABD’nin toplam petrol ithalatının yüzde 7’sini Rusya’dan aldığı petrol oluşturuyor) buna güzel bir örnek teşkil ediyor.
Biden’ın yeni Rusya siyasetinin ikinci özelliği ise Rusya ile münasebetlerde AB ülkelerini de kendisiyle birlikte hareket etme konusunda zorlaması. Trump döneminde ABD-AB dayanışması zayıflamış, AB Rusya ile özellikle diplomasi alanında temaslarını artırmış, enerji alanındaki işbirlikleri gelişmeye devam etmiş, yaptırımlardan vazgeçilmesi gerektiğine dair görüşler de artmaya başlamıştı. Ancak Biden’ın iktidara gelmesiyle Rusya ile AB arasındaki “buzların erime” dönemi sona erdi.
Rusya ise izlediği dış politika ve komşularıyla entegrasyonu öngören örgütler sayesinde küçük çapta da olsa SSCB’yi canlandırma hayaline sahip. İşte bu hayallerin çarpışması da tüm bu mücadelenin temelini oluşturuyor.
ABD-Rusya geriliminin Avrupa’daki yansımaları
Günümüzde özellikle eski Doğu Bloku ülkeleri Rusya ile diplomatik kriz yaşıyorlar. Rusya ile enerji alanında işbirliğini artırmayı düşünen Bulgaristan’da Rus istihbaratçıları faaliyetlerini “aniden” artırırken, Çekya’da da 2014’te meydana gelen bir patlamada Rusya’nın parmağının olduğu iddia edildi. Yine Rusya’dan Sputnik V aşısını alma konusunda neredeyse anlaşmaya varan ülkeler dahi Rus diplomatlarını sınır dışı etmeye başladılar. Baltık ülkeleri de AB’nin “Doğu kanadı” ile dayanışma siyaseti çerçevesinde birer Rus diplomatını sınır dışı etti. Rusya’nın buna cevabı da gecikmedi. Bulgaristan, Çekya ve diğer ülkelerdeki gelişmelerin Biden’ın iktidara gelip Rusya ile diplomatik krizin patlak vermesinden sonra yaşanması, ABD’nin bu gelişmelerdeki etkisinin sorgulanmasına neden oluyor. Washington böylece Rusya’ya ve “cezalandırmak” istediği diğer ülkelere karşı izleyeceği siyasette arkasına AB’nin desteğini alacağını, AB-Rusya yakınlaşmasının ise en az önümüzdeki dört yılda pek gerçekçi bir beklenti olmayacağını göstermiş oldu. Zira günümüzde Rusya ile diplomatik kriz yaşayanlar AB’nin en son üyeleri -Moskova’nın da eski müttefikleri- olsa da bu kriz, şüphesiz Kremlin’in genel olarak AB ile ilişkilerini de olumsuz etkiliyor. Diğer taraftan bu husus, ABD’nin eski Doğu Bloku ülkeleri üzerindeki etkisini ve ABD’nin Avrupa’daki “Truva atının” Polonya’dan ibaret olmadığını da ortaya koyuyor.
Peki, ABD’nin bu siyaseti Rusya’yı kendi kabuğuna çekilen “Boris Yeltsin dönemi Rusya’sı”na dönüştürür mü? Vladimir Putin’in 20 yıllık iktidarına bakıldığında bu ihtimalin gerçekçi olmadığı görülebilir. Rusya özellikle 2009 sonrasında yaşadığı mali krize rağmen askeri teknolojiler, uzay çalışmaları, enerji kaynakları, nükleer silah ve nükleer enerji, -Kovid-19’a karşı geliştirilen aşının da gösterdiği üzere- tıp gibi alanlardaki gücünü koruyor. İzlediği değişmez dış politika ile de birçok coğrafyada konumunu pekiştirmiş bulunuyor. Rusya’nın bünyesinde yüzden fazla etnik grubu barındırması, Rus halkının ekonomik durumunun gittikçe bozulması da en azından günümüzde Moskova’nın bu konumunu etkileyecek, siyasetinin değişmesini sağlayacak faktörler değil.
Kaldı ki düşünülenin aksine Batı da Rusya’yı tamamen zayıflatmak -ya da parçalamak- istemiyor. Zira Rusya, aynen Türkiye gibi Avrupa’nın askeri ve enerji güvenliğinde önemli rol oynayan bir ülke. Diğer taraftan Rusya’ya, özellikle Orta Asya ve Kafkasya’da Çin’i frenleyen bir ülke olarak da bakılıyor. Dolayısıyla Batı da parçalanmış bir Rusya’dan ziyade, onun, tıpkı 1990’lı yıllarda olduğu gibi kendi kabuğuna çekilen, kırmızı çizgisini kendi sınırına çeken, Orta Doğu ve diğer bölgelerde ABD’nin işini zorlaştırmayan bir ülke olmasını hayal ediyor. Rusya ise izlediği dış politika ve komşularıyla entegrasyonu öngören örgütler sayesinde küçük çapta da olsa SSCB’yi canlandırma hayaline sahip. İşte bu hayallerin çarpışması da tüm bu mücadelenin temelini oluşturuyor.
Peki bu mücadelenin kaybedeni kim? Suriye, Libya, Gürcistan, Ukrayna, Ermenistan… Bu listeyi uzatmak mümkün. Rusya ile ABD birçok bölgede hâkimiyet mücadelesi verse de her ikisi de üçüncü bir ülke için kendi aralarında savaşmaz; bazen biri, bazen öteki geri adım atar. Son aylarda Ukrayna, Ermenistan ve Belarus’ta yaşananlar bunu bir kez daha net bir şekilde ortaya koydu. Demek ki daha fazla kaybetmemek için bu cumhuriyetlerin siyasetlerini gözden geçirmelerinin zamanı da gelmiş bulunuyor.
[Prof. Dr. İlyas Kemaloğlu Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir]