Jeopolitiğin kurucusu ünlü İngiliz jeopolitikçi Halford Mackinder’in, “Birinci Dünya Savaşı’nın Britanya için en büyük kazanımı Filistin mandasını elde etmekti” dediği rivayet edilir. Mackinder muhtemelen Filistin’in, Süveyş kanalı, Basra körfezi ve Doğu Akdeniz jeopolitiğindeki eşsiz coğrafi konumuna bakarak bu değerlendirmeyi yapmıştı. Aradan geçen yüz yılda silah sistemleri ve ulaştırma vasıtaları gibi askeri teknolojide yaşanan ilerlemeye rağmen bugün Mackinder’in bu değerlendirmesinin ilk günkü gibi geçerliliğini koruduğunu, hatta Filistin’in küresel ve bölgesel siyasetteki öneminin daha da arttığını söyleyebiliriz.
Bunun sebebi, İsrail devletinin kuruluşuyla Filistin’in jeopolitik önemine, Filistin davasının bölge siyasetinde uyandırdığı kültürel, toplumsal ve ideolojik etkinin de eklenmiş olmasıdır. İsrail devletini kurduran ve İsrail’in işgalci politikalarına destek olan küresel aktörler (İngiltere ve ABD), İsrail’in gerilimi tırmandırma siyasetiyle, bölge üzerinde sadece jeopolitik dizayn için uygun bir siyasi atmosfer elde etmekle kalmadılar, aynı zamanda kolonyal sürecin sonunda oluşan ve meşruiyet sorunları yaşayan Arap devletlerinin iç işlerine müdahale imkanına da kavuşmuş oldular. Bugün Filistin topraklarında kurdurulan İsrail devleti, bölge siyasetine doğrudan müdahaleyi sürdürmek isteyen İngiltere ve ABD açısından hem uygun jeopolitik bir üs hem de bölgedeki Arap rejimlerinin iç işlerine dolaylı müdahale için etkili bir aktör haline geldi. İsrail varlık sebebi olan bu misyonunu, uzun yıllardır bölgede şiddeti tırmandırmak suretiyle başarılı bir şekilde yerine getiriyor.
Ramazan ayının son günlerinden itibaren Kudüs ve Gazze başta olmak üzere İsrail’in tüm Filistin topraklarında bilinçli bir şekilde tırmandırdığı ölçüsüz şiddeti ve bu şiddetin arkasında yatan rasyonaliteyi “Arap politikasının radikalleştirilmesinin” bölge siyaseti açısından ortaya çıkardığı maliyeti analiz etmeden doğru bir şekilde anlayamayız.
İsrail’in son dönemde bölgedeki şiddeti bilinçli olarak tırmandırması tıpkı geçmişte olduğu gibi “Arap politikasını radikalleştirme” amacına matuftur. Bu şekilde hem bölgesel rakip aktörler hem de yönetenler ile yönetilenler arasında sağlıklı bir ilişki kurulması yönündeki çabalar İsrail’in şiddeti tırmandıran politikaları ile sabote edilmiş oluyor. Bu iddiayı doğrulamak için İran-ABD ve İran-Suudi ilişkilerine bakmak yeterli olacaktır.
Bölgesel gerilimlerde sönümlenme emareleri
2021 yılı başlarında küresel ve bölgesel ölçekte yaşanan birtakım gelişmelere de bağlı olarak, Orta Doğu bölgesinde uzun yıllardır kronikleşen gerginliklerin sönümlenmeye yüz tuttuğu bir sürece şahitlik ettik. Bu süreçte bölgenin tarihsel rakipleri olarak tanımlayabileceğimiz pivot ülkeleri olan İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye bölgede gerilimi düşürmeye yönelik çok önemli adımlar atmaya başladılar. Bölgenin pivot ülkeleri arasındaki bahsedilen yumuşamaya ilaveten Katar ablukasının kaldırılması, ABD-İran arasındaki nükleer görüşmeler, Ürdün-Irak ve Türkiye-Irak yakınlaşması gibi gelişmeler de bölgenin siyasal atmosferinde köklü değişimler vadetmekteydi.
Birbirini varoluşsal düşman olarak tanımlayan İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin yumuşaması, Suriye ve Yemen’de devam eden vekalet savaşlarının sonunu getirebileceği gibi sayılan ülkelerde iç savaşla çöken devlet sistemlerinin yeniden inşası için uygun bir siyasi atmosfer de oluşturabilir. Benzer şekilde iki ülke arasındaki yakınlaşma Bahreyn, Lübnan ve Irak üzerinde her iki aktörün girdiği rekabeti de hafifleterek tüm bölge genelinde gerginliğin azalmasına yol açabilir. İran-Suudi yumuşamasının bölge siyasetine yapacağı başka bir önemli katkı da iki ülkeden biriyle ittifak yapmak konusunda bir tercihe zorlanan Pakistan’ın siyasetinde yol açacağı rahatlamadır. Her şeyden önemlisi, karşılıklı ilişkilerin yumuşaması her iki aktörün uzun yıllardır içine düştüğü “güvenlik ikilemini” büyük oranda ortadan kaldıracak, birbirinden algıladıkları tehdidin seviyesini düşürecektir. Tek başına bu gelişme bile kaynak kıtlığı yaşayan her iki ülkenin kaynaklarını silah ve savunma harcamaları yerine ulusal refahları için harcamalarına yol açacaktır.
Türkiye ve Mısır’ın yakınlaşması bir taraftan Doğu Akdeniz ve Libya’da yükselen tansiyonu düşürürken diğer taraftan buradaki hidrokarbon kaynaklarının Fransa, Yunanistan ve İtalya gibi bölge dışındaki aktörlerin değil, bölge ülkelerinin çıkarlarına uygun kullanılmasını sağlayacak bir siyasi uzlaşıya yol açabilir. Böyle bir yakınlaşma bölgesel faydalarının yanı sıra her iki ülkenin siyasi ve iktisadi istikrarına katkı yaparak Türkiye ve Mısır’ın Orta Doğu siyasetindeki rolünü de güçlendirebilir.
Katar ablukasının kaldırılmasıyla Körfez ülkeleri arasındaki “soğuk savaş”ın sönümlenmesiyle Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) yeniden güçlenerek bölgesel istikrar için inisiyatif alabilecek bir etkinliğe kavuşabilir. Aynı zamanda siyasi ve coğrafi olarak birbirlerine çok yakın olan Körfez ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilafları barışçıl yollarla çözümlemesi bölge dışındaki aktörlerin bölgesel konulardaki müdahalelerini de sınırlayabilir.
ABD’nin de imzacıları arasında olduğu fakat Trump döneminde çekildiği İran nükleer anlaşmasının yeniden hayata geçirilmesi sadece İran’ın lehine bir gelişme olmayacaktır. Anlaşma sonrası İran’a yönelik yaptırımların kalkması başta Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkelerinin ekonomik istikrarı ve siyasi güvenliği için sayısız fayda içermektedir.
Ramazan ayının son günlerinden itibaren Kudüs ve Gazze başta olmak üzere İsrail’in tüm Filistin topraklarında bilinçli bir şekilde tırmandırdığı ölçüsüz şiddeti ve bu şiddetin arkasında yatan rasyonaliteyi “Arap politikasının radikalleştirilmesinin” bölge siyaseti açısından ortaya çıkardığı maliyeti analiz etmeden doğru bir şekilde anlayamayız.
İsrail’in gerginlik siyaseti
Kurulduğu günden beri varlık sebebi olarak bölgede şiddeti tırmandırarak “Arap politikasını radikalleştirme” misyonunu başarılı bir şekilde sürdüren İsrail’in, yukarıda sayılan diplomatik müzakereler ve ılımlı siyasal atmosferden son derece rahatsız olduğu bilinen bir gerçektir. Zira bölge ülkeleri kendi aralarındaki sorunları barışçıl yöntemlerle çözebilirlerse Orta Doğu’da bölgesel istikrar için en büyük tehdit olan İsrail’e odaklanabilirler. İsrail’in varlık sebebi bölge ülkeleri arasına ihtilaf tohumları ekmek ve bölgede halklar ile yönetimler arasındaki uçurumu derinleştirmektir.
Bu yüzden İsrail şiddeti tırmandırıp “Arap politikasını radikalleştirmek” suretiyle bölge ülkelerini zayıflatma ve ülkeler arasındaki gerilimi tırmandırma siyaseti güdüyor. Bu politikanın tarihi oldukça eskilere dayanır. Örneğin Soğuk Savaş sürecinde Sovyet bloğuna yakın olan Suriye, Mısır ve Irak’ın zayıflatılmasında İsrail önemli roller oynamıştı. İsrail bu misyonu iki şekilde yerine getirdi. İlk olarak; Irak, Suriye ve Mısır’a yönelik saldırılar ve bu ülkelerin topraklarına yönelik işgalci genişleme politikaları ile bu ülkeleri zayıflattı. İkinci olarak da bölgede şiddeti tırmandırmak suretiyle sayılan ülke halklarını yönetimlere karşı kışkırtıp rejimlerin siyasal meşruiyet sorunlarını derinleştirdi.
Bu perspektiften baktığımızda bölgede uzun yıllardır büyük endişe kaynağı olan otoriteryenizm ve radikalizm ile İsrail’in saldırgan politikaları arasında önemli bir bağlantı olduğu söyleyebiliriz. Bölgedeki rejimler bir taraftan İsrail kaynaklı askeri tehdidi dengelemek için sıkı güvenlikçi politikalara yönelirken diğer taraftan İsrail karşısında aciz düşmekten kaynaklanan toplumsal öfkenin yol açtığı meşruiyet sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Her iki durum da bölgede yönetenler ile yönetilenler arasında sağlıklı bir ilişki geliştirilmesini zorlaştırıyor.
İsrail’in son dönemde bölgedeki şiddeti bilinçli olarak tırmandırması tıpkı geçmişte olduğu gibi “Arap politikasını radikalleştirme” amacına matuftur. Bu şekilde hem bölgesel rakip aktörler hem de yönetenler ile yönetilenler arasında sağlıklı bir ilişki kurulması yönündeki çabalar İsrail’in şiddeti tırmandıran politikaları ile sabote edilmiş oluyor. Bu iddiayı doğrulamak için İran-ABD ve İran-Suudi ilişkilerine bakmak yeterli olacaktır.
Bugün Filistin topraklarında kurdurulan İsrail devleti, bölge siyasetine doğrudan müdahaleyi sürdürmek isteyen İngiltere ve ABD açısından hem uygun jeopolitik bir üs hem de bölgedeki Arap rejimlerinin iç işlerine dolaylı müdahale için etkili bir aktör haline geldi. İsrail varlık sebebi olan bu misyonunu, uzun yıllardır bölgede şiddeti tırmandırmak suretiyle başarılı bir şekilde yerine getiriyor.
Son dönemde ABD’nin İran nükleer anlaşmasına dönme konusundaki çabası ve İran-Suudi Arabistan yumuşaması bölgede diplomasiye şans tanımaya yönelik güçlü eğilimler olarak yorumlanabilir. Bölgede İsrail’in son günlerde fitilini ateşlediği şiddet dalgası ABD’li karar vericileri İran ile ilişkilerde bir tereddüde sevk edecektir. Bu şiddet dalgası ilk olarak nükleer anlaşmanın gerçekleşme olasılığını azaltmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı. İkinci olarak, bu şiddet dalgası yaklaşan İran seçimlerinin sonuçlarını etkileyerek İran’da sertlik yanlısı kanadı iktidara taşıyabilecek sonuçlar doğurabilir. Zira ABD’nin 2003 yılındaki Irak işgali, 2006 yılındaki İsrail-Hizbullah savaşı ve 2009 yılındaki İsrail’in Gazze saldırılarını takip eden süreçte bölgede yükselen şiddet dalgası 2005-2013 arası dönemde İran’da şahinlerin iktidarda kalmasınında etkili olmuştu. İran’da şahinlerin iktidarı Suudi Arabistan’ın güvensizlik algısını derinleştirdi ve tüm bölge genelinde savunma harcamalarının astronomik miktarda artmasına yol açtı. Bugün bir iç savaşta olan Yemen’deki olayların başlangıcı Arap Baharı öncesine, 2006 yılına dayanmaktadır. Benzer şekilde Hariri suikastı ve Suriye’nin Lübnan’dan çekilmeye zorlanması gibi Levant bölgesinde de bu dönemde çok ciddi karışıklıklara şahit olduk.
Bugünlerde İsrail’in Filistin topraklarında tırmandırdığı ölçüsüz şiddet dalgası, bir taraftan bölgesel rakipler arası gerilimleri tırmandırırken diğer taraftan Filistin sorununu önemli bir gündem olarak kabul eden Arap halklarının kendi rejimlerine zaten zayıf olan güven ve sadakat duygusunu önemli ölçüde ortadan kaldıracaktır. Bugün Orta Doğu’da İsrail’i protesto için sokaklara dökülen kalabalıkların öfkesi sadece işgalci İsrail rejimini değil, Filistin davasına sahip çıkma konusunda acze düşen yöneticileri de hedef almaktadır. Şiddet dalgasının boyunun uzayıp Filistin’e komşu ülkelere sıçraması durumunda Arap halklarının kendi rejimlerine karşı hissettiği hoşnutsuzluk artacaktır. Halkın sadakatini satın alma konusunda epey mahir olan bölgedeki rejimleri, enerji fiyatlarındaki düşüş ve Kovid-19 salgını sebebiyle yavaşlayan iktisadi aktivitenin yol açtığı ekonomik sorunlar sebebiyle zor günlerin beklediğini söyleyebiliriz.
Son olarak, yaşadığımız bu gelişmeler, demokrasi, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü gibi “yüksek normların” fikir babalığını yapmış Batı medeniyetinin, “İsrail’in kendini savunma hakkını” normlar hiyerarşisinin en üstüne yerleştirmiş olduğu gösterdi. Geçmişte hak ve özgürlüklerin ihlali konusunda inisiyatif almaya gönüllü Batı ülkeleri, Batı medeniyetinin asırlardır oluşturduğu normları “İsrail’in kendini savunma hakkı” uğruna terk etmiş durumda. Bugün demokrasi, insan hakları, basın ve ifade özgürlüğü gibi normlara istinaden Batının İsrail’i durdurmasını bekleyenler bilmelidirler ki Batıda en üstün norm artık “İsrail’in kendini savunma hakkı”dır. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın kastettiği “tarihin sonu” bu olsa gerek.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]