Son dönemde Orta Doğu bölgesindeki devletler uzun yıllardır takip ettikleri için gelenekselleşen dış politika yönelimlerinde köklü değişim sinyalleri vermeye başladılar. Körfez-İsrail yakınlaşması, Türkiye ile Mısır’ın yakınlaşma eğilimleri, Türkiye-İsrail arasında diplomatik ilişkileri güçlendirmeye yönelik karşılıklı istek ve Irak, Ürdün ve Mısır’ın alternatif bir Arap bloğu oluşturma çabaları, bölge ülkelerinin dış politikalarını yeniden konumlandırma girişimlerinin en önemli örnekleri olarak sayılabilir.
Suudilerin son dönemde İran’a gönderdiği sıcak mesajlar, aynı zamanda İran iç siyasetiyle de alakalı. Yakın zamanda gerçekleşecek olan İran seçimlerinde mevcut ılımlı kadroların yerine şahinlerin İran siyasetinde yükselmesi, karşılıklı askerî tehditlerin artışına hizmet ederek Suudilerin güvenlik ikilemini derinleştirecektir. Bu yüzden Riyad Tahran’a sıcak mesajlar göndererek tansiyonu düşürmek ve İran iç siyasetinde şahin kanadın elini zayıflatmak istiyor.
Bölgede rekabet halinde olan ülkelerin dış politikalarında bahsettiğimiz bu önemli değişimler yaşanırken en önemli gelişme, hiç şüphesiz bölgenin “varoluşsal düşmanları” olan İran ve Suudi Arabistan arasında bir yumuşama yaşandığına dair işaretlerin gelmesi oldu. Bir süredir, Bağdat’ta devam eden gizli görüşmelere dair kamuoyuna bazı bilgiler sızmaktaydı. Fakat Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın “İran komşu bir devlet ve biz kendisiyle iyi ve seçkin ilişkiler kurmak arzusundayız” ve “İran’ın refah içinde olmasını ve aramızda karşılıklı çıkarların olmasını isteriz” şeklinde geçen hafta gerçekleşen açıklamaları, bölgede yakın zamanda çok önemli değişimlerin olabileceğine dair önemli bir işaret olarak değerlendirilebilir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkelerinin dış politikalarında yeniden konumlanmaya yönelmeleri, son dönemde ortaya çıkan önemli bölgesel ve küresel gelişmelerle yakından alakalı.
Arap Baharı sürecinde Suudi dış politikasının dinamikleri
2003 yılındaki Irak işgali ve 2010 sonrasında başlayan Arap Baharı süreci Irak, Mısır ve Suriye gibi bölgenin önemli devletlerinin zayıflayarak bölgesel güç denkleminden çıkmasıyla sonuçlandı. Bölgesel güç denklemindeki bu radikal değişiklik iki önemli gelişmeye kapı araladı: Arap dünyasının en güçlü üç devletinin zayıflamasıyla, Orta Doğu ve Arap siyasetinde Türkiye ve İran gibi Arap olmayan ülkelerin elinin güçlenmesi ve Levant, Kızıldeniz, Güney Arabistan ve Körfez bölgesinde güç boşluklarının oluşması.
Bu süreçte Suudi Arabistan’ın Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) de yanına alarak oluşturmaya çalıştığı statükocu Arap bloğu hem oluşan bu güç boşluklarının rakip güçler tarafından doldurulmasını engellemek için bölgesel nüfuzunu genişletmek hem de Orta Doğu ve Arap siyasetinde Türkiye ve İran gibi Arap olmayan ülkelerin etkisini sınırlamak için iddialı ve maceracı bir politikaya yöneldi. Bahreyn’e yönelik askeri müdahale, Mısır’da 2013’teki Muhammed Mursi karşıtı darbenin planlanması/desteklenmesi, Yemen’e yönelik askeri müdahale, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin rehin tutularak istifaya zorlanması ve Lübnan iç siyasetini dizayn girişimi, Libya’da darbeci General Halife Hafter’e sağlanan destek, Katar’a yönelik abluka, Suriye’de Suudi yanlısı bir muhalif blok oluşturma çabası ve son olarak Ürdün’de geçen ay ortaya çıkan darbe girişimi, bu politikanın bir sonucuydu. Fakat Suudilerin harcadıkları onca diplomatik, askerî ve ekonomik çabaya rağmen, sayılan iddialı ve maceracı politikalar ülkenin ulusal çıkarlarına bir katkı sağlamadı ve sayılan tüm bu bölgelerde ne İran’ı ne de Türkiye’yi dengelemekte başarılı oldular. Son on yıllık tecrübe gösterdi ki Suudi Arabistan her ne kadar ekonomik bir dev olsa da askerî olarak bir cüceden ibarettir ve çözümü güçlü bir askerî kapasiteye dayanan hiçbir bölgesel krizde Suudilerin başarı şansı yoktur.
Son dönemde Suudi dış politikasında İran’a verilen sıcak işaretler, mevzubahis bu başarısızlığın artık devletin en üst kademesi tarafından da kabul edildiğini gösteriyor. Zira ülkeyi yöneten ve hırsları deneyimlerini aşan genç ve tecrübesiz kadroların, ülkenin askerî ve endüstriyel kapasitesini çok aşan iddialı ve maceracı politikalara yönelmeleri, Suudi Arabistan’ı her açıdan epey yıprattı ve zayıflattı. Yemen askerî müdahalesi ülkenin ekonomik ve askerî imkânlarını tüketirken Cemal Kaşıkçı cinayeti ülkenin İslam dünyası ve Batı’daki imajına büyük zarar verdi. Suudi Arabistan’ın “Yüzyılın Anlaşmasına” verilen destekle Filistin davasına sırtını dönmesi ve İsrail’le yakınlaşma politikası izlemesi ise geçmiş yıllarda Filistin meselesinde oynadığı öncü rol sayesinde İslam dünyasında elde ettiği söylemsel üstünlüğünü de kaybetmesine yol açtı.
Muhammed bin Selman’ı İran’a yakınlaşmaya zorlayan faktörler
Bugün Suudi Arabistan’ı yöneten genç kadrolar ülkede büyük dönüşümler planlıyor. Ülkeyi petrol gelirlilerine bağımlılıktan kurtarmak ve güçlü bir ekonomik kapasite inşa etmek, bu planlarda merkezî bir öneme sahip. Dört bir yanında istikrarsızlıklar ve iç savaşlarla boğuşan, İran gibi büyük bir bölgesel gücü dengelemek için sürekli savunma harcaması yapan Suudi yönetiminin, bu ortamda beklenen ekonomik dönüşümü gerçekleştirmesi olası görünmüyor. Dolayısıyla Riyad’ın, en azından ekonomik önceliklerini gerçekleştirebilmek için, bölgesel barışa şiddetle ihtiyacı var.
İran ile girilen yumuşama süreci, askerî sahada yüksek olan tansiyonu düşürerek hem ülkeye daha fazla yatırım çekmek hem de ülke kaynaklarını savunmadan ziyade üretken alanlara yönlendirmek amacını taşıyor. Burada Yemen dosyası kritik bir önem arz ediyor. Suudiler ülke kaynaklarını tüketen bu anlamsız maceradan en kısa sürede çıkmak istiyorlar. Ekonomik toparlanması büyük ölçüde dış yatırım ve finansmana bağlı olan ülkeye, mevcut güvenlik atmosferi göz önüne alındığında, beklenen yatırımların gelmesi mümkün değil. Kısaca Yemen savaşı devam ettiği sürece, ülkede ekonomik bir toparlanma mümkün görünmüyor.
Bu yumuşama sürecinin Suudi iç siyasetiyle de yakından ilgisi bulunuyor. Ülkenin fiilî yöneticisi konumunda olan Veliaht Prens Muhammed bin Selman bir taraftan hanedan içerisindeki rakiplerini etkisizleştirmek için çalışırken diğer taraftan müesses nizamın en büyük ortağı olan Selefî ulemanın ülkeyi “modernleştirme” projelerine yönelik muhalefetiyle de uğraşmak zorunda. Bu muhalefetin Suudi toplumunda ve politik sisteminde ciddi bir nüfuzu olduğu bilinen bir gerçek. İran’la tansiyonun düşmesi Suudi kamuoyunda tehdit algısının azalmasına hizmet ederek başını ulemanın çektiği sertlik yanlısı kanadın da elini zayıflatacaktır.
Suudilerin son dönemde İran’a gönderdiği sıcak mesajlar, aynı zamanda İran iç siyasetiyle de alakalı. Yakın zamanda gerçekleşecek olan İran seçimlerinde mevcut ılımlı kadroların yerine şahinlerin İran siyasetinde yükselmesi, karşılıklı askerî tehditlerin artışına hizmet ederek Suudilerin güvenlik ikilemini derinleştirecektir. Bu yüzden Riyad Tahran’a sıcak mesajlar göndererek tansiyonu düşürmek ve İran iç siyasetinde şahin kanadın elini zayıflatmak istiyor.
Bölgesel siyasi atmosferde yaşanan sayılan değişimlere ilaveten, son dönemde küresel siyasi atmosferde yaşanan değişimler de Riyad’ı dış politikasında bir yeniden konumlanmaya zorluyor. Küresel düzlemde ortaya çıkan en önemli gelişme, Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna oturmasıyla ABD’nin Orta Doğu politikasında ortaya çıkan önemli değişimlerdir. Biden yönetiminin Kaşıkçı raporunu yayımlaması, Suudilere Yemen savaşında sağladığı askerî desteği askıya alması, Afganistan’dan tamamen çekilmeye başlaması ve en önemlisi de İran ile nükleer anlaşmaya dönme konusunda istekli olması Suudileri tedirgin ediyor. Biden öncesi İran karşısında İsrail’in askerî, ekonomik ve diplomatik kapasitesine güvenen Riyad yönetimi, Biden’ın Trump’a nazaran İsrail’e soğuk yaklaşmasıyla, bu politikasını revize etmek zorunda kaldı.
Obama döneminde ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını ifade etmek için kullanılan “Obama Sendromunun” Biden ile birlikte Riyad’da yeniden ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Obama bölgeye dönük ABD dış politikasını belirlerken Riyad’ın güvenlik hassasiyetlerini pek dikkate almayan bir yaklaşım takip etmişti. Riyad’ın tüm itirazlarına rağmen Irak’tan ABD askerlerini çekmesi, İran ile imzaladığı nükleer anlaşma, Esed rejimine yönelik askeri müdahaleden kaçınması ve Yemen savaşına gönülsüz destek olma politikası, bu yaklaşımın bir sonucuydu. O dönemde Obama’nın Suudilerin güvenlik hassasiyetlerini önemsememesi, Riyad’da ABD’nin bölgeyi İran nüfuzuna bırakacağı şeklinde bir kaygıya sebep oldu. Biden’ın bölgeye dönük politikasına bakıldığında, Obama dönemine benzer bir politika takip ettiğini söyleyebiliriz. Zira Biden da ilk yüz günde dış politikada attığı adımlarla, Suudilerin hem Yemen hem de İran konusundaki güvenlik hassasiyetlerini önemsemediğini gösterdi.
Son beş yılda Suudi dış politikasına yakından baktığımızda, birbiriyle uyumsuz son derece farklı yönelimler görüyoruz. 2015 yılında Muhammed bin Selman’ın henüz 29 yaşında Suudi Savunma Bakanlığı koltuğuna oturmasıyla, Suudi dış ve güvenlik politikası İran’ı dengelemek için bir Sünni-Arap konsensüsü oluşturmaya odaklandı. “İslam Ordusu”, “Arap NATO’su” ve “Körfez Kalkan Gücü” gibi isimle altında Sünni ve Arap ülkelerinin askerî kapasitelerinin bir araya getirilmesiyle güçlü askeri koalisyonlar oluşturmak ve İran’ı dengelemek bu dönemde Suudi dış politikasının en önemli amacıydı. Ancak 2020’li yıllara geldiğimizde, Suudiler Sünni-Arap ülkelerin askeri kapasitesine yaslanarak İran’ı dengeleme politikasını terk ettiler ve yine İran’ı dengelemek için, fakat bu defa tam tersi bir politikaya, İsrail’le yakınlaşmaya yöneldiler. Yıl 2021 ve Riyad yönetimi bu sefer “İran bir komşu devlet ve biz kendisiyle iyi ve seçkin ilişkiler kurmak arzusundayız” ve “İran’ın refah içinde olmasını ve aramızda karşılıklı çıkarların olmasını isteriz” şeklinde açıklamalar yapıyor.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki Riyad’ın güvenlik endişesi her geçen gün derinleşiyor. Bu güvenlik endişesinde ise en önemli gündemi ülkenin uzun vadeli çıkarları değil, günlük güvenlik ihtiyacı teşkil ediyor. Ülkenin günlük güvenlik ihtiyacının aciliyeti, uzun vadeli çıkarlara odaklanmayı da zorlaştırıyor. Son dönemde (iç dengelerde yaşanan bazı değişimlere de bağlı olarak) Riyad’da dış politika yapım süreçlerinin bir kaos içinde olduğunu söyleyebiliriz. Aksi halde son beş yılda birbirini nakzeden bu kadar köklü dış politika yönelimlerini izah etmek mümkün olmayacak.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü başkanıdır]