25-26 Mart 2021 tarihlerinde gerçekleşen Avrupa Birliği (AB) Liderler Zirvesi sonrası alınan kararlar neticesinde nihayet, Birlik ve Türkiye arasında koşullu ama pozitif bir diyalog kapısı aralanmış oldu. Hatırlanacaktır; Mart Zirvesi sonunda yapılan açıklamada Brüksel, Ankara ile bundan sonra daha yapıcı ilişkiler sürdürmek için çalışacağını ancak bu çabanın da “kademeli, orantılı ve geri çevrilebilir” bir şekilde ortaya konacağını açıklamıştı. Dolayısıyla AB’nin kullandığı bürokratik dil Türkiye-AB ilişkilerinin nereye evirileceğini konusunda temkinli bir yaklaşımı da beraberinde getirdi. Sonuçta krizlere yanıt verme konusunda son derece yavaş ve hantal kalan bir yapıdan bahsediyoruz. Zaten AB Konseyi Başkanı Charles Michael ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in 4 Nisan tarihli son Ankara ziyaretlerinde de Ankara’nın Brüksel’e iletmiş olduğu bazı taleplerde istenilen ilerleme hızının yakalanamadığı da görüldü. En somut örnek, Ankara’nın uzun bir zamandır ısrarcı olduğu ve Türkiye’nin AB üyelik perspektifiyle ilgili açılmasını beklediği 23. ve 24. fasılların açılma talebinin hâlâ gerçekleşmemiş olması. Brüksel’in yavaşlığı ve Türkiye ile ilgili belirli bir statükonun dışına çıkamaması, konuyu takip eden bazı analistleri Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği hakkında olumsuz düşünmeye de sevk etti. Aslında hem AB hem de Türkiye’de ilişkilerin, içinde bulunduğu heyecansız, durağan hattan çıkarılmasını bekleyenler var.
Ancak bu ilerlemeyi bekleyenler bir gerçekliği de net biçimde görüyorlar: Türkiye-AB ilişkilerinin doğası son 45 yılda değişen konjonktürün de etkisiyle hep inişli ve çıkışlı bir seyir takip etti. Bu yaşanan gelgitlerin bir nedeni Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasındaki otonomi arayışıysa, diğer bir nedeninin de tamamen AB kaynaklı; AB’nin bölgeyi de ilgilendiren jeopolitik dönüşümler sırasında jeopolitik düşünceyi, stratejik aklı genelde rafa kaldırması olduğu biliniyor. Dolayısıyla da AB bürokrasisi içindeki bölünme, hatta son suni koltuk krizinde de gördüğümüz üzere, Brüksel’i yanlış kararlar almaya itiyor.
AB-Türkiye pozitif ilişkilerinin önünde temel engel olarak Birliğin bölünmüş doğası durmaya devam ediyor. Son dönemlerde düzenlenen zirvelerden kimseyi tam tatmin etmeyen; daha da önemlisi Brüksel’in hareket alanını daraltan kararlar çıkıyor.
Fakat burada bir teselli noktası da bulabiliriz: AB bu sefer “zararın neresinden dönsek kârdır” misali Türkiye’ye olumlu bir mesaj vermekte de ısrarlı görünüyor.
Bölgesinde etkili ve oyun değiştirici Türkiye Brüksel’i zorluyor
1960’ların Türkiye-AB ilişkisini günümüzün Türkiye-AB ilişkileriyle karşılaştırdığımızda ortaya ciddi farklılıklar çıkıyor. 1960’lar ve 70’ler Avrupa’nın çok zor bir şeyi başardığı bir dönemdi. Avrupa kendine Soğuk Savaş’ın katılığı içinde ayrı bir kimlik inşa ediyordu. Dolayısıyla ilişkilerini çeşitlendirmeyi düşünen tüm aktörler için çekiciydi. Bu tür bir başarı havası çok kısa bir süreliğine 2000’lerin başında da yakalandı ve sonrasında AB-Türkiye ilişkilerindeki duraksamaya uygun olarak AB giderek çocukça çekişmelerin ve popülist açıklamaların kurumsal zemini haline geldi.
Türkiye-AB ilişkileri artık yeni bir hatta ilerlemek üzere çoktan yola çıktı; tüm jeopolitik dönüşüm hesapları bize bunu kanıtlıyor. Ankara-Brüksel yeni yol haritasının ilk sağlaması Haziran ayında toplanacak AB Zirvesinde yapılacak.
AB’nin son dönemde kaybettiği etki ve nüfuza karşılık Ankara’nın özellikle bölgesel aktör olarak gücünün ve etkinliğinin arttığı günlerdeyiz. Dolayısıyla Brüksel bir şekilde Türkiye ilişkilerini normalleştirmek zorunda olduğunun farkında. Bu nedenle “pozitif gündem” denilen bir kavram ortaya atıldı. Ancak günümüz koşullarında inşa edilmek istenen AB-Türkiye pozitif ilişkilerinin önünde temel engel olarak Birliğin bölünmüş doğası durmaya devam ediyor. Yirmi yedi AB üyesi ülkenin önemli güvenlik ve dış politika konularında ortak karar vermekte zorlandıklarını, en azından Liderler Zirvelerinin sonuç bildirgelerinden anlıyoruz. Son dönemlerde düzenlenen zirvelerden kimseyi tam tatmin etmeyen; daha da önemlisi Brüksel’in hareket alanını daraltan kararlar çıkıyor.
Bu etkili olamama hali sadece Brüksel-Ankara ilişkileriyle de sınırlı değil. Örneğin geride bıraktığımız 2020 senesinde, AB meşhur Barcelona sürecinin 25. yılını kutladı. Fakat “kutlanacak ne var ki” sorusu da AB diplomatlarının aklındaydı doğrusu. Zira Birliğin -örneğin Filistin meselesi, Ortadoğu barış süreci, Akdeniz’deki enerji paylaşım konusu gibi- Kuzey Afrika ve Ortadoğu gibi yakın çevresinde birçok ihtilaflı meselede sesi ya çıkmıyor ya çok yetersiz çıkıyor ya da bu sorunların parçası haline gelerek çözüme yönelik yapabileceği katkıları daha baştan etkisizleştiriyor.
Birliğin komşu alanlarda etkisiz bir aktör olması bir güç boşluğunu da beraberinde getirdi. Akdeniz’de ortaya çıkan bu boşluğun bir taraftan doğal olarak büyük güç rekabetinin önünü açtığını da gördük. Diğer taraftan, Birlik üyesi bazı Avrupalı devletler, Birlikten bağımsız bir pozisyon alarak kimi Ortadoğu ülkeleriyle (liste uzun; içinde İsrail de var BAE de) ortaklık yapıp belirli kazançlar elde etmek istediler. Bu fırsatçı politikalar kimi zaman Birlik kararlarıyla da çelişen pozisyonları beraberinde getirdi; hatta AB üyesi ülkeler birbirlerine rakip pozisyonlar aldılar.
Birliğin “yeni normali”: Türkiye’ye gülümsemek
Bu durumun Birliğin güvenirliğine vereceği zararın farkında olan Almanya bu gidişata bir son vermek ve en azından AB’nin çok taraflı diplomasi kurabilme kabiliyetini öne çıkarmak için harekete geçti. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Birliği yeniden ayakları üzerine oturtma stratejisinin başlangıç noktasının Türkiye-AB ilişkileri olması aslında çok önemli. Almanya, Ankara ile ilişkilerinde yaptırımları önceleyen cezalandırıcı üslubun yerine pozitif diyalog yaklaşımının konulmasını ve Türkiye’nin geri kazanılması stratejisiyle en azından Akdeniz havzasındaki tırmanmanın azaltılarak, bölgedeki sorun ve gerginliklerin yönetilebilir hale gelmesini hedefliyor.
Dolayısıyla Merkel’in Türkiye politikası, tatmin edici olsun olmasın, aslında AB’yi bir jeopolitik aktör olarak tekrar canlandırma stratejisinin de çıkış noktası. Bu noktada Merkel Almanya’sının Ankara’nın işini kolaylaştırmak niyetinde olduğunu da söylemeliyiz. Türkiye’nin son yıllarda özelde Libya ve Suriye’de genelde de Akdeniz sahasında oyun değiştirici bir aktör olarak diplomasi alanında yapmış olduğu -Yunanistan ile istikşafi görüşmeleri başlatması ve Akdeniz Konferansı çağrısında bulunması gibi- hamlelerin önemi tam da bundan kaynaklanıyor. Ankara, Almanya ile Birlik içindeki Türkiye yanlılarının Türkiye ile yeni bir sayfa açılması konusunda gösterdikleri çabayı güçlendirmiş oldu. Bu çerçevede Mart zirvesinde Birlik içinde Türkiye ile ilişkilerin güçlendirmesine itirazı olan ve Ankara’ya yaptırım uygulanmasını isteyen bazı ülkelerin bile gönülsüz bir biçimde Ankara faktörünün önemini anlamak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Aslında gelinen nokta için Batılıların güzel bir tabiri var: Onlara göre Akdeniz’in yeni normali Ankara’yı daha fazla göz ardı etmemek. Nitekim Birliğin en üst iki temsilcisi AB Konseyi Başkanı Charles Michel ve Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in Aralık ve Mart zirvelerini takiben Türkiye’yle yeni bir başlangıç yapmak adına 4 Nisan tarihinde Ankara’ya resmi ziyaret gerçekleştirmiş olmaları da bu iddiamızı destekliyor.
AB’nin Türkiye’ye yönelik yeni inşa etmekte olduğu koşullu diyaloğun arkasında Birliğin yeni oluşturduğu ikili yaklaşım stratejisi bulunuyor. Brüksel Ankara’ya yönelik yeni oluşturduğu yol haritasında, öncelikle Birliğin özellikle Akdeniz ve Ege’deki çıkarları doğrultusunda Ankara’ya sunacağı bazı teşviklerle acilen bölgede tansiyonun düşürülmesinin kendi lehine olduğu kanısıyla hareket ediyor. Diğer yandan Brüksel ileride tekrarlanabilecek bir gerilim durumunda, Ankara’ya bazı cezalandırıcı tedbirler uygulayabileceğinin sinyalini de vererek Birliği düşünmeden hareket etmekten caydırmak istiyor. Görünen o ki, AB-Türkiye üyelik perspektifi hattında uzun zamandır yaşanan tıkanıklık Brüksel’i böyle bir çözüm bulmaya itmiş. Kısaca elinden sopayı bırakmıyor ama yeni normali de unutmadan Türkiye’ye yönelik yüzüne kocaman bir gülümseme konduruyor.
Türkiye bölgesinde bugüne kadar kendisine karşı kurulan tüm tuzak ve engelleri aştı ve diplomasi masasına güçlü bir biçimde oturdu. Bu yüzden bir eli sopalı bu gülümsemeye ikna olması zor. Aslında bu ikircikli politikayı sürdürmek de Brüksel için çok kolay değil. Bazen eski alışkanlıklar ya da iç kavgalar su yüzüne çıkıyor, gülümsemeyi unutuveriyorlar. Burada sorunun özüne değinelim: AB ikili ilişkilerde ortaya çıkacak işbirliği olasılıklarını cezalandırma tehdidiyle korumak isterken yine hata yapıyor. Orta yolcu stratejilerden daha yaratıcı bir çözüm bekliyoruz Brüksel’den. Doğrusu, Brüksel’in yaratıcı olmaya çok büyük ihtiyaç duyduğu bir dönemdeyiz.
AB önemli güvenlik sorunlarını çözmekte başarısız kalınca
AB’nin son yıllarda, pek çok yumuşak ve sert güvenlik tehdidi karşısında verdiği mücadelede epey zorlandığı biliniyor. 2016 yılında Brüksel küresel stratejisini ve dolayısıyla özerk hareket etme planını ilan etti, ama askeri ve güvenlik alanında bir türlü arzu ettiği bağımsızlığı elde edemedi. Transatlantik ilişkiler üzerinde Donald Trump döneminin sebep olduğu güven açığı AB’nin bu konudaki endişelerinin büsbütün artmasına neden oldu. Trump yönetimiyle birlikte, AB içinde negatif güvenlik algısını pekiştiren ve hızlandıran faktörlerin başında Birlik içinde yaşanan iktisadi sorunlar geliyor. Birleşik Krallık ile yaşanan Brexit ayrılık süreci de AB’nin karar mekanizmalarını bir hayli meşgul etti. Son olarak tüm dünyayı etkisi altına alan ve Avrupa’da da önemli kayıplara neden olan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sırasında Birlik üyesi devletlerin yaşadıkları tüm olumsuzluklar Brüksel’in ortak güvenlik ve dış politika oluşturma kapasitesini ciddi şekilde hırpaladı. Bu hırpalanmanın neticesi de kısa sürede gün yüzüne çıktı. AB üyeleri bağımsız dış politikaya yönelmeye başladılar, göç meselesi gibi bir meselede dahi Brüksel’in ortak kararlarına karşı bazı üyelerin direnmesi Birliğin dış politika yapım sürecini zorladı ve neticede Brüksel’in kendi değerleriyle çelişki içine düşmesine neden oldu.
Gelecekte ne bekleyebiliriz?
Dolayısıyla bugün dış politika ve güvenlik politikası oluşturmakta zorlanan, yani kendinde yaratıcı çözüm bulma enerjisi görmeyen AB’nin Ankara’nın taleplerini tam anlamıyla karşılamamış olması aslında şaşırtıcı değil. Aslında Haziran’da gerçekleşecek AB Zirvesi öncesinde, Brüksel ile Ankara’nın yeni bir diyalog hattını tesis etmiş olmaları ve Brüksel’in yaptırım tehdidini rafa kaldırmış olması doğrudan Türk diplomasinin önemli bir başarısı. Ancak tabii ki Ankara bununla yetinecek değil. Bundan sonra, Türkiye bir yandan AB üyelik sürecindeki fasılların açılması konusundaki ısrarını her fırsatta tekrarlamaya devam edecek; diğer taraftan da Birlik ile kazan-kazan prensibini gözeterek yeni işbirliği alanlarını geliştirmenin yollarını araştıracaktır. Böylece Ankara zaman içinde AB ile arasındaki ikili ilişkinin üyelik perspektifi seviyesine ulaşması için azami gayreti gösterecektir. Zaten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da “Türkiye’nin yeri Avrupa’dadır” diyerek bu siyasi iradeyi netleştirmiştir. Ankara gerek vize muafiyeti gerekse de 18 Mart Mutabakatı ile Gümrük Birliği’ne ilişkin ev ödevlerini neredeyse tamamladı ve bu hususları AB temsilcilerine 4 Nisan tarihli Ankara ziyaretinde yüz yüze temas sırasında aktardı.
Sözün özü; Türkiye-AB ilişkileri artık yeni bir hatta ilerlemek üzere çoktan yola çıktı; tüm jeopolitik dönüşüm hesapları bize bunu kanıtlıyor. Ankara-Brüksel yeni yol haritasının ilk sağlaması pek yakında Haziran ayında toplanacak AB Zirvesinde yapılacak. Kim bilir o güne kadar bölge jeopolitiğindeki yeni dönüşümler Brüksel’i Türkiye ile ilgili daha yaratıcı fikirler bulup, üyelik perspektifini korkusuzca anmaya daha da yaklaştırabilir.
[Prof. Dr. Nurşin A. Güney Nişantaşı Üniversitesi İİSBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir]