Ocak ayından bu yana İngiltere ile Avrupa Birliği (AB) arasında Kuzey İrlanda Protokolü üzerinden yaşanan anlaşmazlıklar geçtiğimiz hafta İngiltere’de düzenlenen G7 zirvesinde tekrar gündeme geldi. Bilindiği üzere Brexit sürecinde en önemli anlaşmazlık konularından biri, İrlanda’da uzun süren çatışma ortamının son bulmasını sağlayan Belfast Anlaşması’nın şartlarını muhafaza ederek Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasında serbest geçişi devam ettirmeyi mümkün kılacak bir formül bulma meselesiydi. AB üyesi bir ülke olan İrlanda Cumhuriyeti ile İngiltere’nin AB’den ayrılması sebebiyle artık Birliğin bir parçası olamayacak Kuzey İrlanda arasında devam edecek serbest geçiş uygulaması, ortak pazardan çıkacak olan İngiltere’nin ticari mallarının herhangi bir gümrük uygulamasına maruz kalmadan Kuzey İrlanda üzerinden AB ticaret bölgesine girebilmesi anlamına geliyordu. Gümrüksüz geçişleri engellemek için taraflar arasında imzalanan Kuzey İrlanda Protokolü, İngiltere’den Kuzey İrlanda’ya gidecek, başta sosis ve süt ürünleri gibi dondurulmuş gıda ürünleri olmak üzere, birçok malın AB standartlarına uygun gümrük kontrollerinden geçmesini zorunlu kıldı.
Bu yılın Ocak ayından itibaren uygulanmaya başlaması gereken protokol beraberinde ciddi tartışmaları da getirdi. Özellikle Kuzey İrlanda’da birlik yanlıları olarak tanımlanan Protestan gençlerin Kuzey İrlanda ve İngiltere arasında bir gümrük uygulamasının kopuşa yol açabileceği söylemleriyle sokak gösterilerine başlaması ve gümrük uygulamalarının getireceği ek maliyetlere birçok şirketin tepki göstermesi, Boris Johnson hükümetinin protokolün uygulanmasını askıya almasına sebep oldu. İngiltere bu durumu protokolü uygulamaya geçirmeden 6 aylık bir ek süre şeklinde tanımlayarak kılıfına uydurmuş olsa da bu ay sonu itibarıyla sona erecek süreç tartışmaların daha da alevlenmesine sebep oldu. Taraflar arasında uzlaşma için yapılan görüşmelerin G7 zirvesinin hemen öncesinde sonuçsuz kalması sebebiyle, son iki haftasına girilen ek sürenin sonunda ne olacağı konusu liderler düzeyinde G7 zirvesinde atışmalara varacak bir kriz halini aldı. Örneğin, AB yetkilileri bir yandan çözüm ihtimaliyle ilgili umutlu konuşurken, diğer taraftan İngiltere’nin tavrını değiştirmemesi halinde ayrılık sürecinde yapılan ticaret anlaşmalarına yönelik tehditkâr ifadeler kullanmaktan geri durmadılar. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da protokolün uygulanmamasının müzakere edilebilir bir konu olmadığı yönünde açıklamalar yaptı. Öte yandan İngiltere konuyu, egemenlik argümanı üzerinden topluma anlatma yolunu seçti ve Kuzey İrlanda’nın Birleşik Krallık’ın bir parçası olması dolayısıyla buraya yönelik malların serbest geçişinin kısıtlanmasını da bir egemenlik sorunu olarak ele almaya devam etti. Konuyla ilgili yapılan analizlerde, bu konuda yaşanabilecek bir çözümsüzlük nedeniyle Belfast Anlaşması’nın tehlikeye girebileceği veya Johnson hükümetinin kendi imzaladığı anlaşmaya uymadığı gerekçesiyle içeride ve dışarıda büyük bir baskıyla karşı karşıya kalacağı yorumları yapılıyor.
ABD’nin dahil olmadığı bir senaryoda Fransa’nın katı tutumuna rağmen AB’nin krizi tırmandırma yoluna gitmesi iki taraf için de makul bir yol değil. Hatta meselenin ilk gündeme geldiği dönemlerde ufak tavizlerle çözülmesi büyük ölçüde mümkün görünüyordu. Ne var ki İngiltere’nin konuyu artık bir egemenlik meselesi olarak lanse etmesi ve buna karşılık Fransa’nın müzakere dahi etmemek gerektiği yönündeki çıkışı konuyu iyice karmaşık hale getiriyor.
İngiltere ile AB arasında güven tesis edilemedi
AB-İngiltere ilişkileri bağlamında, birden fazla öznesi olan bir siyasi entite (AB) ile egemen bir devletin (İngiltere) nasıl orantısız ilişki biçimi geliştirdiğini görmek mümkün. Dışarıdan bakıldığında dengelerin birçok devletin üye olduğu AB lehine olacağı düşünülebilir. Ancak 1970’lerden bu yana İngiltere genelde istediklerini elde etmiştir veya uzlaşılamayan hususlarda bile olaylar kendi aleyhine dönmemiştir. Bu durumu AB’nin, özellikle güvenlik ve dış politikayla ilgili karar süreçlerinin devletlerarası oybirliği prensibine göre olmasıyla açıklamak mümkün. Fakat Fransa ve Almanya gibi diğer iki büyük üye açısından bakıldığında benzer bir ilişki biçimiyle karşılaşmak pek mümkün değil. Dolayısıyla burada AB-İngiltere ilişkilerini farklı kılan bazı faktörlerin olduğu anlaşılıyor.
İngiltere karşımıza egemen bir devlet olarak çıkarken, AB dediğimizde tanımlaması kolay olmayan, benzeri görülmemiş bir siyasi entiteden bahsediyoruz. Öyle ki AB’nin nasıl bir aktör olduğu, hatta aktör olup olmadığı, 70’lerden bu yana sürekli tartışılan bir konu. Kimilerine göre sivil, kimilerine göre etik, kimilerine göre ise liberal esaslar üzerinde şekillenmiş bir yapı olarak tanımlansa da aslında bütün bu yaklaşımların ortak yanı; AB’nin güç kullanmaktan uzak, sadece hukuku ve ekonomik işbirliğini temel alan ve ancak ikincil düzeyde önemli uluslararası meselelerde oyun değiştirici bir aktör olabileceğidir. Buna gerekçe olarak her üye devletin farklı çıkarlarının olması, katı bürokratik süreçler veya farklı kültürel kodlar gibi faktörler gösteriliyor. Fakat sebeplerden bağımsız olarak AB’nin üye ülkelerin ekonomik ve askeri gücünü federal bir devlet gibi tek bir merkezde konsolide edemeyeceği veya etmeye yeltense bile bu kadar devletin bir konuda uzlaşıp harekete geçmesini sağlayacak mekanizmaların çatışan onca fikir ve uygulanması gereken hantal prosedürler sebebiyle etkili olamayacağı birçokları tarafından dile getiriliyor.
İngiltere’ye özellikle ticaret anlaşmaları üzerinden sopa göstererek geri adım attırma seçeneği en düşük ihtimalli senaryo olarak görünüyor. Nitekim Almanya tarafında Merkel’in konuya ılımlı bir tavırla yaklaşması, tarafların anlaşma şartlarında bazı revizyonlar veya uygulanış açısından bazı teknik düzenlemeler üzerinden müzakerelere tekrar başlayacağının sinyallerini veriyor.
İngiltere açısından ise AB kurulduğu günden bu yana hep bir tartışma konusu oldu. AB üyeliğinin ekonomik getirileri yadsınmasa da İngiltere’nin imparatorluk günlerinde olduğu gibi uluslararası alanda daha güçlü bir pozisyonu olması gerektiğini ve bu yüzden egemenlik hakkını AB gibi ulus-üstü bir kuruma kısmen dahi olsa devretmemesi gerektiğini savunan kitleler hep oldu. Bu nedenle İngiltere’de hükümetler değişse bile AB’ye yönelik şüpheci tavır hiç değişmedi ve hatta hükümetler genelde “Avrupalılaşma” gibi Brüksel’de sıklıkla dile getirilen kavramlara tamamen zıt, pragmatist bir tavır benimsediler. Örneğin, AB’nin önemli karar süreçlerinin hükümetler arası bir mekanizma ile yürütülmesi gerektiğine olan vurguları, ortak pazara dahil olurken ortak para birimini kullanmama kararı ve ortak güvenlik ve savunma konusunda atılımlara bir yandan öncülük ederken diğer taraftan bunun asla NATO’dan bağımsız bir askeri ortaklığa dönüşmemesi yönündeki baskıları İngiltere’nin, üye ülkelerin büyük çoğunluğunun muhalefetine rağmen, kendi lehine sonuçlandırabildiği meselelere verilebilecek örnekler.
İngiltere Brexit’e rağmen imtiyazlı konumda
Buradan da anlaşıldığı gibi, AB ülkeleri siyasi baskılarla İngiltere’yi muhtelif konularda geri adım attırmanın bir yolunu bu zamana kadar bulamadılar. Elbette Maastricht veya Lizbon gibi AB’nin çok mühim anlaşmaları İngiltere’nin istemediği birçok farklı hususta maddeler barındırıyor. Fakat bunların hiçbiri Birliğin yönünü tayin edecek ya da değiştirecek mahiyette değil. Öte yandan işaret edilen karar mekanizmaları hususu veya AB güvenliğinin NATO ile ilişkisi gibi konular, Birlik açısından hayati meseleler. Son olarak Brexit’in ardından yaşananlar dahi bu imtiyazlı ilişkinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Nitekim Fransa’nın aldığı sert pozisyona rağmen AB, İngiltere’yi pazarlık süreci boyunca herhangi bir şekilde cezalandırma yoluna gidemedi. Hatta Kuzey İrlanda Protokolü meselesi bile bu imtiyazlı ilişkinin bir sonucu olarak görülebilir. Zira İngiltere’nin daha önce kabul ettiği bir hususu tek taraflı olarak değiştirmeye çalışması AB cihetinden hâlâ somut bir hamleyle karşılaşmadı.
İngiltere’nin Soğuk Savaş’tan bu yana sahip olduğu imtiyazlı pozisyonunu hiç kaybetmemesinin temel sebebi; AB’nin federal bir devlet gibi hareket edememesi ve dolayısıyla da bölge jeopolitiğinden kaynaklanan krizlere ve tehditlere karşı İngiltere’nin askeri varlığına olan ihtiyacın her daim devam etmesinden kaynaklanıyor. İngiltere’nin nükleer bir güç olarak Soğuk Savaş sırasında ABD’nin sağladığı güvenlik şemsiyesinin bir parçası olması o günlerde AB için vazgeçilmez bir aktör olmasını sağlıyordu. Bugün de artan Rus tehdidi gibi sorunlara karşı ABD’nin küresel krizlerde maliyeti ortaklarına devretme eğilimi İngiltere’nin varlığını AB için yine vazgeçilemez bir hale getiriyor.
AB üyesi bir ülke olan İrlanda Cumhuriyeti ile İngiltere’nin AB’den ayrılması sebebiyle artık Birliğin bir parçası olamayacak Kuzey İrlanda arasında devam edecek serbest geçiş uygulaması, ortak pazardan çıkacak olan İngiltere’nin ticari mallarının herhangi bir gümrük uygulamasına maruz kalmadan Kuzey İrlanda üzerinden AB ticaret bölgesine girebilmesi anlamına geliyordu.
ABD krize müdahil olabilir
Bu açıdan bakıldığında Kuzey İrlanda Protokolü’nün geleceğinin ne olacağı konusu da aslında belirginlik kazanıyor. ABD’nin dahil olmadığı bir senaryoda Fransa’nın katı tutumuna rağmen AB’nin krizi tırmandırma yoluna gitmesi iki taraf için de makul bir yol değil. Hatta meselenin ilk gündeme geldiği dönemlerde ufak tavizlerle çözülmesi büyük ölçüde mümkün görünüyordu. Ne var ki İngiltere’nin konuyu artık bir egemenlik meselesi olarak lanse etmesi ve buna karşılık Fransa’nın müzakere dahi etmemek gerektiği yönündeki çıkışı konuyu iyice karmaşık hale getiriyor. Bu iki ülke AB’nin uzun yıllar boyunca nasıl bir aktör olması gerektiği konusunda birbirine zıt pozisyonları temsil ediyordu. Fransa ABD’den bile bağımsız ve uluslararası alanda aktif bir AB için çalışırken, İngiltere her zaman güçlü transatlantik ilişkilerden yana tavır aldı ve AB’yi sadece bir ekonomik kazanç kapısı olarak gördü. AB ülkeleri şayet bu krizi kendilerini terk eden İngiltere’ye karşı “Avrupalılaşma” fikrinin lehine sembolik bir zafer kapısı olarak görme eğiliminde olurlarsa, Kuzey İrlanda Protokolü daha uzun bir süre gündemde kalmaya devam edecektir.
Yine de İngiltere’ye özellikle ticaret anlaşmaları üzerinden sopa göstererek geri adım attırma seçeneği en düşük ihtimalli senaryo olarak görünüyor. Nitekim Almanya tarafında Merkel’in konuya ılımlı bir tavırla yaklaşması, tarafların anlaşma şartlarında bazı revizyonlar veya uygulanış açısından bazı teknik düzenlemeler üzerinden müzakerelere tekrar başlayacağının sinyallerini veriyor. Ancak terazinin bir kefesinde AB pazarının standartlarının korunması, diğerinde de bir ülkenin kendi sınırları içerisinde gümrük uygulaması gerekliliği gibi iki hayati mesele söz konusu olduğu için bu meselede tansiyon dönem dönem düşse bile yeni krizlerin ortaya çıkması da mümkün.
Son olarak, G7 zirvesinde Biden yönetiminin Belfast Anlaşması’nın tehlikeye atılmaması gerektiği yönündeki açıklamalarına nazaran, ABD arabuluculuğunun devreye girmesiyle tarafların krizi ivedilikle çözme eğiliminde olacaklarını söylemek mümkün. Donald Trump’ın aksine Joe Biden’ın seçildiği günden bu yana AB ile olan ilişkileri güçlü tutacağını sürekli tekrar ettiğini düşünürsek, bu tarz bir krize müdahil olmak istemesi önümüzdeki süreçte karşılaşılabilecek bir senaryo. Şu ana kadar yalnızca söylem üreten Biden yönetiminin iki yakın müttefiki arasındaki teknik bir meseleden çıkabilecek bir krizi çözmesi de oluşturmaya çalıştığı “Amerika geri döndü” algısını daha da pekiştirmeye yarayabilir.
[Muhammed Çağrı Bilir İngiltere’de Leeds Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler doktora programında, uluslararası İlişkiler teorileri ve Avrupa Birliği güvenliği üzerine araştırmalar yapmaktadır]