Avrupa Birliği (AB) liderlerinin 25-26 Mart’ta çevrimiçi olarak gerçekleştirdikleri zirvede birçok konu sürüncemede kaldı. Rusya ile ilişkilerin akıbeti de sürüncemede kalan konular arasında ilk sıralarda yer aldı. Zirvede ikili ilişkilere dair oldukça kısıtlı değerlendirmelerde bulunulması ve ikili ilişkilerin ayrıntılı şekilde görüşülmesinin bir sonraki zirveye bırakılması bu durumu doğrular nitelikte. Ancak zirveden hemen önce AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde ilişkilerin normalleşmesi için ilettiği talepler, aslında taraflar arasında muhtemel yeni bir dönemin başlangıç şartlarını ortaya koyuyor.
AB’nin normalleşme şartları
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Doğu Avrupa coğrafyası NATO ve AB gibi Batı’yı temsil eden birliklerle Rusya arasında önemli güç mücadelesine sahne oldu. 2008’de Gürcistan üzerinden kızışan bu mücadelenin son halkasını, AB ve NATO üzerinden Batı ile bütünleşme sinyalleri veren Ukrayna’daki kriz oluşturdu. Bu dönemde Ukrayna’nın özellikle AB ile yoğun siyasi ilişkiler kurması Rusya’yı rahatsız etti. Daha sonra Ukrayna’nın doğusunda başlayan ve günümüzde hâlâ devam eden Donbas savaşı AB-Rusya ilişkilerini daha da gerdi. Bu süreçte Rusya’nın sahadaki sert güce dayalı hamlelerine AB’nin verebildiği tek tepki, bazı Rus yetkililere ve kuruluşlara ambargo uygulamak oldu.
Mevcut AB-Rusya ilişkilerinin son derece girift bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Ancak bu girift yapı ikili ilişkilerdeki ön plana çıkan dinamiklerin muğlak olduğu anlamına gelmiyor.
Bu gelişmeler ışığında AB-Rusya ilişkilerinin düzelmesi için Michel’in Putin’e aktardığı ilk şart, Minsk Anlaşmasının kayıtsız şartsız uygulanmasıyla ilgili. Hatırlanacağı üzere bu anlaşma 2014’te Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) girişimleriyle savaşın tarafları arasında Belarus’un Minsk kentinde yapılan kapsamlı görüşmelerin ardından imzalanmıştı. Ukrayna’nın doğusundaki çatışmaları durdurmaya ve bölgenin güvenliğini sağlamaya yönelik bir çözüm arayışı olarak öne çıkan anlaşma her ne kadar günümüze kadar beklenen başarıyı sağlayamamış olsa da oluşabilecek bir düzen için hukuki bir temel teşkil etmeye devam ediyor.
AB-Rusya ilişkilerinin normalleşmesi adına Brüksel’in öne sürdüğü taleplere karşılık, Moskova’nın da bazı taleplerinin olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu doğrultuda Rusya öncelikle bir nevi “arka bahçesi” olarak gördüğü Gürcistan ve Ukrayna’nın ne AB ne de NATO şemsiyesi altında Batı’ya kaymasına izin veriyor.
AB’nin Rusya ile ilişkilerini düzeltmek için öne sürdüğü ikinci talep, insan hakları ihlalleri ve suikastlarla ilgili. Bahis konusu olan tartışma, 2018 yılında o dönem AB üyesi olan İngiltere’de eski Rus ajan Sergey Skripal ve kızı Yulia Skripal’in zehirlenmesi ve onları zehirlemek için kullanılan maddenin Rusya ile özdeşleştirilen Novichok maddesi olduğunun belirlenmesiyle başlamıştı. Buna benzer bir olay yakın zamanda Rus muhalif lider Aleksey Navalnıy ile yaşandı. Hükümete yönelik eleştirel açıklamaları nedeniyle çok defa gözaltına alınan Navalnıy’ın da geçen yıl zehirlendiğinin ortaya çıkması krizin büyümesine ve AB’nin 2020 Ekim ayında altı üst düzey Rus yetkilisine yönelik yaptırımlar uygulamasına yol açtı. AB’nin ek yaptırım kararlarının uygulanmasına yönelik gündeme getirdiği hazırlıklara ise Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, bunun AB ile ilişkileri sonlandırabileceğini ifade ederek sert bir tepki gösterdi. Dolayısıyla bu konunun ikili ilişkilerde gerilimi bir süre daha tırmandırmaya devam edeceği söylenebilir.
Brüksel’in ilişkileri normalleştirme yolunda Moskova’dan üçüncü ve son talebi, AB üyesi ülkelere Rusya merkezli yapılan siber saldırılar ve casusluk eylemleriyle ilgili. Bu tartışmalar aslında 2007’de Estonya’da Sovyet döneminden kalma bir asker heykelinin kaldırılması sonucunda Rus bilgisayar korsanlarının AB üyesi Estonya’ya yönelik siber saldırısıyla başlamıştı. Daha sonra 2015’te, Alman Federal Meclisi’ne yapılan siber saldırılar sonucunda Alman Meclisi’nin bilişim altyapısı çökmüş ve bu saldırıların arkasında Rus Askeri İstihbarat Servisi’nin (GRU) olduğu iddia edilmişti. 2018’de de İngiliz hükümeti, Moskova’yı siber casusluk yürütmekle suçlamıştı. Benzer bir durum ise geçtiğimiz ay AB’nin kurucu üyelerinden İtalya ile Rusya arasında yaşandı. Roma’da bazı gizli bilgilerin para karşılığında Rusya’ya satıldığı iddiasında bulunan İtalya, iki Rus diplomatı sınır dışı etme kararı aldı. Bu iddialara karşın Moskova hükümeti, bahsi geçen olaylarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını savunsa da Brüksel yönetimi buna ikna olmuş değil. Nitekim bu iddiaya istinaden AB, bazı GRU çalışanlarının AB ülkelerine girişini yasakladı ve mal varlıklarını dondurdu.
Siber saldırı ve casusluk iddialarına paralel olarak Rusya’nın Avrupa ülkelerinde panik yaratmak için dezenformasyon kampanyaları yürüttüğüne dair iddialar da gündemdeki konular arasında yer alıyor. Burada somut rakamlar üzerinden konuşmak gerekirse, AB’nin dezenformasyonla mücadele için başlattığı “EUvsDisinfo” (AB dezenformasyona karşı) projesinin 2021 Mart ayında ortaya koyduğu verilere göre, 2015’ten beri Almanya’ya yönelik 700’den, Fransa’ya yönelik 300’den, İtalya’ya 170’ten ve İspanya’ya 40’tan fazla dezenformasyon kampanyası düzenlendi. Kampanyaların arkasındaki güç olarak da Rusya’ya işaret ediliyor. Bu ülkelerden en fazla saldırıya uğrayan Almanya’nın, Rusya ile diyalog ve işbirliğini en çok savunan üye ülke olması ise ilginç bir durum.
Kurumsal olarak AB’nin yanı sıra bazı üye ülkelerin de halihazırda Rusya ile aralarında ciddi siyasi krizlerin devam ettiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Öyle ki 2014’te ülkenin Güney Moravya bölgesindeki bir mühimmat deposunda meydana gelen patlamayla bağlantılı oldukları gerekçesiyle Çek hükümeti 17 Nisan 2021 tarihinde 18 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı aldı. Bu karar adeta domino etkisi yarattı ve AB üyesi diğer ülkelerden Estonya, Letonya, Litvanya ve Slovakya, Prag hükümetine destek amaçlı benzer kararlar aldı. Bu kararlara mukabil Moskova yönetimi, bahsi geçen ülkelere tabi bazı diplomatları “istenmeyen kişi” (persona non grata) ilan etti. Böylesi aktüel olumsuz gelişmelerden hareketle, AB ile Rusya arasındaki ilişkilerin normalleşme şansının oldukça düşük olduğu söylenebilir. Nitekim bu gelişmeler devam ederken AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, 28 Nisan’da yaptığı açıklamayla Rusya ile ilişkilerin her geçen gün kötüleştiğini ve daha önce dile getirdikleri üç talebin yerine getirilmemesi halinde, ilişkilerin normalleşmeyeceğini ifade etti.
Rusya’nın yaklaşımı
AB-Rusya ilişkilerinin normalleşmesi adına Brüksel’in öne sürdüğü taleplere karşılık, Moskova’nın da bazı taleplerinin olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu doğrultuda Rusya öncelikle bir nevi “arka bahçesi” olarak gördüğü Gürcistan ve Ukrayna’nın ne AB ne de NATO şemsiyesi altında Batı’ya kaymasına izin veriyor. Bu tavrını da sahadaki sert hamleleriyle ortaya koymaktan çekinmiyor. Aktüel bir mesele olması bakımından Rusya’nın özellikle Ukrayna’yı tarihsel bağları, enerji özelinde ekonomik ilişkileri ve Avrupa yönünde tampon bölge olarak görmesinden ötürü, Batı’ya karşı kırmızı çizgisi olarak gördüğünü belirtmek gerekiyor. Meseleye bu düzlemde bakıldığında, Moskova’nın aslında AB ve NATO’dan kendi yakın coğrafyasından uzak durmasını istediği sonucu çıkıyor. Bunların yanında Rusya, 2014’te ilhak ettiği Kırım’ın artık kendi iç meselesi olduğunu iddia ediyor ve gündeme getirilmesini istemiyor. Aynı şekilde Donbas’ta Rus nüfusun olmasından dolayı bölgeye “dışarıdan müdahale edilmemesi” gerektiğini dile getiriyor. Dolayısıyla Rusya, AB’nin ilk talebi Minsk Antlaşması’na olumsuz yanıt verirken, ikinci ve üçüncü taleplerini ise zaten en başından reddettiği için ortada konuşulması gereken bir mesele görmüyor. Netice olarak tarafların, gündemdeki konularla ilgili taban tabana zıt konumlarda olduklarını söyleyebiliriz.
Yaptırımların engelleyemediği zorunlu ortaklık
Buraya kadarki genel tablo itibariyle Brüksel ve Moskova’nın gündemdeki üç kritik konuda taban tabana zıt pozisyonlarda olduğu görülüyor. Buna rağmen ikili ilişkiler özellikle enerji alanında devam ediyor. Burada, 2018 verilerine göre, AB’nin ham petrol ihtiyacının yüzde 30’unu ve doğalgaz ihtiyacının yüzde 40’ını Rusya’dan karşılaması dikkate alınırsa, AB’nin Rusya’ya enerji açısından bağımlı olduğu açıkça ifade edilebilir. Hatta Litvanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi bazı AB üyesi ülkeler doğalgaz ihtiyaçlarının neredeyse tamamını Rusya’dan karşılıyor. Bu da aslında Moskova’nın sahadaki sert hamlelerine Brüksel’in yeterince tepki verememesindeki en önemli faktörlerden biri durumunda.
Enerjinin yanında AB ve Rusya’nın yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınına karşı da yakın zamanda işbirliğine yöneldiği görülüyor. Bu çerçevede öncelikle AB üyesi ülkelerin, Rus aşısının temini konusunda uzun bir süre ayrıştıklarını belirtmek gerek. Örneğin Almanya, Fransa ve İtalya gibi AB’nin kurucu ülkeleri, Rusya’dan aşı alma konusuna uzun süre direndiler. Buna karşın Macaristan hükümeti, Avrupa İlaç Ajansı’nı (EMA) beklemeden Rus SputnikV aşısının tedarikine başladı. Hemen ardından Danimarka ve Avusturya da benzer kararlar aldı. Ülkelerindeki aşılama performansı beklenin altında seyreden Almanya ve Fransa liderleri de Mart ayındaki zirveden hemen sonra Putin ile Rus aşısının EMA tarafından tescil edilmesi halinde temini ve ortak üretim konularının nasıl olabileceği üzerine görüştü. Görünen o ki AB ülkelerinin aşı tedarikinde sorun yaşaması, Rusya’ya yeni bir fırsat sunmuş durumda.
Sonuç olarak mevcut AB-Rusya ilişkilerinin son derece girift bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Ancak bu girift yapı ikili ilişkilerdeki ön plana çıkan dinamiklerin muğlak olduğu anlamına gelmiyor. Bunun tersine AB’nin Rusya’ya enerji alanında bağımlılık duyması aslında Brüksel’in yumuşak karnını oluşturuyor. Nitekim Rusya’nın bu durumu bir araç olarak kullanarak Gürcistan ve Ukrayna’da sert adımlarını atarken AB’nin pasif kalması önemli bir gösterge. Buna mukabil Rusya’nın insan hakları ihlalleri ve yakın zamanda sert güce dayalı attığı adımlar, sadece AB nezdinde değil genel olarak uluslararası toplumla ilişkilerinin normalleşmesinin önündeki en önemli engel olarak görülüyor. Bunların yanında Brüksel’in üç başlık halinde gündeme getirdiği taleplerin varlığı bile Moskova tarafından ilk günden beri reddediliyor. Dolayısıyla ikili ilişkilerde yakın zamanda pozitif gündeme dayalı yeni bir dönemin oluşması bir hayli güç duruyor.
[Hacı Mehmet Boyraz Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora tez çalışmalarına devam etmektedir]
[Selim Yeşiltaş Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora tez çalışmalarına devam etmektedir]