ABD Başkanı Joe Biden’ın göreve gelirken uluslararası siyasete yönelik en büyük vaadi liberal uluslararası düzeni canlandırmaktı. Biden şu noktaya kadar bu yönde bazı adımlar attı. ABD’yi yeniden Paris İklim Anlaşmasına geri taşıdı. Ülkesinin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi üyeliğini yeniden hayata geçirdi. Öte yandan, Avrupalı ve Asyalı müttefiklerle daha yakın ilişkiler kurulmasına yönelik önemli hamleler yaptı. Ancak kurumsal düzenin canlandırılması, sadece ülkenin uluslararası kurumlara geri taşınması ve Avrupalı ve Asyalı müttefiklere yönelik Trump döneminde göz ardı edilen Amerikan vaatlerinin yerine getirilmesini kapsamıyor. Aynı zamanda, ABD’ye rakip olabilecek güçteki devletlerin, özellikle de Çin’in, liberal kurumsal düzene entegre edilmesini de içeriyor. Bu elbette stratejik bir hamle olacaktır ve ABD-Çin rekabetinin sona ermesi anlamına gelmeyecektir. ABD’nin Çin’i uluslararası liberal düzenin kazanımlarına ortak etmesi, Çin’in de bu taviz karşılığında uluslararası liberal düzeni var eden normlara ve kurallara uyması ve Amerikan liderliğini benimsemesi gerekiyor. ABD doğal olarak Çin ile artık kaçınılmaz hale gelen hegemonya mücadelesini kendisine avantaj yaratacak şartlar altında vermek istiyor. Böylece ABD, Çin’in yükselişini, açık bir meydan okuma noktasına gelmeden, bir soğuk ya da sıcak çatışmaya yol açmadan savuşturabileceğini hesap ediyor. Ya da en azından Çin karşısındaki gerilemeyi zamana yayarak sert ve hızlı bir düşüş yaşamaktan kurtulabileceğini düşünüyor. En temelde ise ABD’nin uluslararası siyasette liderliğini bir süre daha devam ettireceği bekleniyor.
Fakat son günlerde Çin ile gerilen ilişkiler, Biden’ın da çokça eleştirdiği Trump’ın yolunu takip edeceğini gösteriyor.
Güç ve kurumlar
Uluslararası kurumsal yapıların devletlerarası ilişkilerde belirleyici olması, güç siyasetinin ve çatışmanın yerini çok taraflılığa ve ekonomik işbirliğine bırakması demektir. Daha da ötesi, devletlerin kendilerini sınırlayacak bir kurumsal yapı inşa etmeleri, böylece anarşiden kaynaklanan karşılıklı güvensizlik ve çatışma olasılıklarının ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır. Bu genelde büyük savaşların hemen ardından, sistemde bir tarafın lehine güç üstünlüğünün net bir şekilde sağlanmasıyla ortaya çıkan bir durumdur. Kaybeden taraf sert bir şekilde cezalandırılmamak, kazanan taraf ise üstün konumunun kalıcı olmasını sağlamak, yani liderliğini uzun vadeye yaymak ve daha az masraflı hale getirmek için kurumsal düzeni benimser. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu şartlar ortaya çıkmıştı. ABD liderliğinde liberal uluslararası düzen inşa edilmiş ve Sovyet etkisi dışında kalan birçok ülke bu düzene entegre olmuştu.
Tüm bu gelişmelerin bize gösterdiği şey, ortada yeni bir Soğuk Savaş’ın olduğunu söylemek için henüz çok erken olduğu.
Yarım yüzyılı aşkın bir süre varlığını devam ettiren bu düzeni eski ABD Başkanı Donald Trump elinin tersiyle iterek işlevsiz bırakmaya çalıştı. Buna gerekçe olarak kurumsal yapıların Amerikan çıkarlarına zarar verdiğini ileri sürüyordu. Trump’a göre, ABD’nin çıkarlarını koruması gereken kurumlar ABD gücünün altını oyuyor, rakiplerine avantaj sağlıyordu. Çin yönetiminin o dönem ironik bir şekilde “ABD’nin liberal uluslararası düzene sadık kalmasını bekliyoruz” açıklaması yapması boşuna değildi. Trump mevcut güvenlik rejiminin, özellikle de NATO’nun ABD’ye orantısız bir maliyet ürettiğini dile getirmekteydi. NATO gibi köklü bir kurumu birden kenara atmak mümkün ve akılcı değildi. Bu sebeple Trump yönetimi Avrupalı müttefiklerinin ekonomik ve askeri anlamda “elini taşın altına koyması” gerektiğini sürekli olarak gündemde tutuyordu. Avrupalı müttefikleri de “NATO’nun beyin ölümü” gerçekleşti diyerek Trump yönetimine salvolar gönderiyordu. Ekonomi alanında da durum hiç farklı değildi. ABD bir yandan mevcut ticaret rejimi nedeniyle Çin’e artan şekilde açık veriyor ve teknolojik üstünlüğünü peyderpey kaybediyordu. Diğer yandan da küresel ölçekte iş tutan şirketlerin hakimiyetindeki piyasalar ABD’nin ekonomik çıkarlarını baltalıyordu. ABD devleti daha az vergi topluyor, yerli şirketlerinin rekabet gücü düşüyor, üretim azalıyor ve işsizlik artıyordu. Bu şartlar karşısında Trump’a göre kurumsal yapılar tarafından sınırlandırılmayan, ekonomik anlamda milliyetçi ve yalnız hareket eden bir Amerika daha güçlü olabilirdi.
Trump’ın kurumsal yapılara yönelik sergilediği eleştirel ve güvensiz yaklaşım herhangi bir realist siyasetçinin yapacağı bir şeydi. Realist Trump kurumsal yapılar ile güç arasındaki ilişkiyi liberallerden farklı değerlendirmekteydi. Liberaller kurumları devletlerden bağımsız ve tarafsız yapılar olarak değerlendirirken realistler bu kurumları en güçlü devletin güdümünde ve onun çıkarlarına hizmet etmesi gereken yapılar olarak görüyordu. Liberaller kurumlara önemli ölçüde egemenlik atfederler. Onları ekonomik alanı baltalaması mümkün olan devlet egemenliğinin etkisini kıran bir mekanizma olarak görürler. Kurulması mümkün olmayan “dünya devleti” ile devlete ve siyasete geniş bir alan açan “anarşik düzen” arasında makul bir vasat olarak değerlendirirler. Realistler için uluslararası siyasette egemenlik kayıtsız şartsız devlete aittir ve öyle de kalmalıdır. Liberaller kurumların uluslararası anarşinin dizginlenmesinin ve güç siyasetini yumuşatmanın, hatta aşmanın imkanlarını taşıdığı fikrine sahiptir. Realistler için ise kurumların en güçlü devleti sınırlandırma işlevi görmesi söz konusu değildir. Şayet kurumlar en güçlü devlet için bir engele dönüşürse göz ardı edilir ve bir kenara atılması gerekir. Çünkü uluslararası siyasette asıl belirleyici olan güçtür, kurumlar veya başka bir şey değil.
Realizm, liberalizm ve grand strateji
Bu temel ayrışma doğal olarak ABD’nin Çin gibi Amerika’nın liderliğini tehdit etme potansiyeli taşıyan ve tehdit oluşturan bir devlete yönelik farklı stratejiler takip etmesi sonucunu doğuruyor. Biden gibi liberal görüşlere sahip bir ABD başkanının Çin’i liberal kurumsal düzene entegre etmeye çalışan ve bunu yaparken de rakibin gücüne oranla esneklik gösterip ona belli ölçüde alan açan bir strateji takip etmesi beklenir. Buna, ortak çıkarların ön plana çıkarılmasına dayanan kazan-kazan formülü demek yerinde olur. Bu formül Trump gibi realistler tarafından tercih edilmez; realistler göreceli kazanç hesabı yapar. Ortak noktaları değil, farklılıkları önemser. Rakibin en ufak kazancını kayıp olarak görür. Buna göre, ABD’nin Çin’e yönelik stratejisi, Çin’i palazlandıran uluslararası kurumsal düzeni bozmak ve güç kullanmak da dahil çeşitli yollarla onu sınırlandırmaktır.
Trump dayandığı ilkelere sadık kalmış ve tüm eleştirilere rağmen büyük oranda bu realist stratejiyi takip etmişti. Biden Trump’ın özellikle Çin’e yönelik uyguladığı bu realist stratejiyi eleştirerek iktidara geldi. Çin’e (ve de İran’a) yönelik Trump yönetiminin tırmandırdığı gerilimleri soğutmayı ve bu ülkelerle anlaşmazlıkların çözümünde askeri yollar dışında yollar bulacağını vaat etti. Fakat son günlerde Çin ile gerilen ilişkiler, Biden’ın da çokça eleştirdiği Trump’ın yolunu takip edeceğini gösteriyor. Hatta yapılan açıklamalara ve hamlelere bakılırsa, Biden yönetiminin Trump yönetimini aşarak Çin’e karşı daha çatışmacı ve dışlayıcı bir strateji takip edeceği dahi söylenebilir.
Bazı uzmanlar tarafından “Asya NATO’su” olarak adlandırılan ABD, Hindistan, Avustralya ve Japonya dörtlüsünün oluşturduğu “Dörtlü Güvenlik Diyaloğu” QUAD’ın 12 Mart’ta toplanması buna iyi bir örnek teşkil ediyor. Zirve sonrasında yapılan açıklamada en dikkat çekici nokta, “özgür ve açık Hint-Pasifik vizyonu”nun bu dört ülkeyi bir araya getirdiğiydi. Bu vizyon ilk defa Ekim 2020’de Japonya’nın ev sahipliğinde yapılan zirvede ortaya çıkmıştı. Fakat bu sefer daha bir kararlılıkla dile getiriliyordu. Ayrıca zirvenin sonuç bildirisinde yapılan açıklamada “özgür, açık, kucaklayıcı, sağlıklı, demokratik değerlerde temellenen ve baskının olmadığı” bir bölgesel düzen için mücadele sözü veriliyordu. Buradan Çin’e bir gözdağı verildiği kolayca anlaşılıyor. Kuruluşu 2000’lerin başına kadar geriye götürülebilecek QUAD, Trump’ın başkanlığı döneminde, 2017’de yeniden canlandırılmaya başlamıştı. Bu dört ülkenin liderleri 2017-2019 arasında toplam beş kez en yüksek düzeyde bir araya geldiler. Bu girişim kapsamında ortak askeri tatbikatlar da yapıldı. Başta ABD ile Hindistan arasında düzenlenen askeri tatbikatlar, 2020 yılında dört ülkenin tamamının katılımıyla Çin’e karşı askeri gövde gösterisine dönüştü.
Geçtiğimiz hafta Alaska’da bir araya gelen ABD ve Çin dışişleri bakanlığı yetkilileri arasında ise adeta bir söz düellosu yaşandı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken Çin’in Sincan eyaletinde Uygur Türklerine yönelik insan hakları ihlallerinden, Hong Kong ve Taiwan’da yürütülen anti-demokratik faaliyetlerden, ABD’ye yönelik siber saldırılardan ve ABD’nin müttefiklerine uygulanan ekonomik baskıdan endişe duyduklarını dile getirdi. Blinken tüm bu uygulamaların, kurallara bağlı uluslararası düzeni, yani liberal uluslararası düzeni tehdit ettiğinin altını çiziyordu. Buna cevaben Çin Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ise özetle ABD’nin Çin’e yüksek perdeden nutuk atamayacağını, o günlerin artık çok geri kaldığını dile getirdi. Alaska görüşmelerinin Çin kamuoyunda 1901’de Boxer (Boksör) Ayaklanması sonrası ABD ve Avrupa’nın ileri gelen ülkelerinin oluşturduğu Sekiz Ülke İttifakı’yla Çin’in imzaladığı utanç verici anlaşmanın karşılaştırılması oldukça manidardı. Çin’in uluslararası siyasette kat ettiği yolun ülkede nasıl algılandığını ve artan materyal kapasitenin psikolojik özgüveni nasıl yukarı zıplattığını gözler önüne seriyordu. Ayrıca Çinli yetkililer, ABD’nin Çin’in üçüncü ülkelerle yürüttüğü kurallara uygun ticaret ilişkilerini (milli güvenlik kavramlarıyla çarpıtarak) baltalamaya çalıştığını ve bazı ülkeleri Çin’e saldırtma çabası içinde olduğunu belirterek bu durumdan endişe duyduklarını dile getirdiler.
Misyoner liberalizm
Ortada 2020 ABD başkanlık seçimi öncesi gelişen yumuşama beklentilerinin tam tersi bir durumun var olduğu açık ve bu durum ABD-Çin ilişkilerinin yeni bir Soğuk Savaş’a mı dönüşeceği tartışmalarına yol açıyor. O halde sormak lazım: Ne oldu da Biden yönetimi seçim öncesinde vaat ettiği Çin’e yönelik liberal-kurumsalcı stratejiyi takip etmekten vazgeçti? Bunun iki açıklaması olabilir. Bunlardan ilki liberalizmin uluslararası siyasetteki ikiyüzlü niteliğidir. Liberalizm bir tarafta uluslararası kurumları ve işbirliğini ön plana çıkaran pragmatist, yumuşak ve kucaklayıcı bir yüze, diğer tarafta ise dünyayı kendi imajına göre şekillendirmekten geri durmayan ideolojik, sert ve dışlayıcı bir yüze sahiptir. İkinci yüzün misyoner bakış açısı, siyaseti ahlaki olarak eşit olmayan siyasi aktörlerin, yani iyiyle kötünün çatışması olarak sunar. Bu yönüyle, realistlerin güç ilişkileri ve çatışmacı uluslararası siyaset imajını ahlakileştirerek varoluşsal boyuta taşırlar ve çoğulculuğa kapıları kapatırlar. ABD’nin Çin’e (ve tüm devletlere) yönelik geliştirdiği tavır ve dildeki bu üstenci, ahlakçı ve buyurgan dil, ülkenin kurucu ideolojisi olan liberalizmden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, liberalizmin ideolojik boyutu etkisini artırdıkça, Biden yönetimi de liberal-kurumsalcı stratejiden uzaklaşmaktadır.
Peki, liberalizmin koyu ideolojik boyutu etkisini neden artırmaktadır? İkinci açıklama buna cevap veriyor: ABD’nin Çin’i kurumsal yapı içine entegre ederek dizginlemesi mümkün değil. Çin güçlendikçe ve ABD liderliği sorgulandıkça liberal ideolojinin dışlayıcı dilinin kullanımı da artmakta. Trump bunu görüp liberal-kurumsalcı stratejiye yanaşmamış, realist bir strateji benimsemişti. Biden ise seçim kampanyasında bunu bir zaaf olarak gösterip Trump’a karşı kullanmıştı. Ancak aynı siyasi gerçekler halen geçerliliğini koruduğu için, Biden yönetimi de benzer bir strateji izlemek zorunda kaldı. Elbette önemli bir farkla: Trump’ın Çin karşıtı dili milliyetçilik ekseninde bir içerik kazanıyor ve Çin bir tehdit olarak sunulurken hiyerarşik bir ilişki öngörülmüyordu. Biden yönetimi ise Çin’i terbiye etmeye yeltenen hiyerarşik bir tavır takınarak Çin karşıtlığı güdüyor. Uluslararası siyaset açısından her ikisi de pek kabul edilebilir ve rasyonel bir hareket tarzı değil. Lakin Biden yönetiminin sergilediği nobran tavrın uluslararası rekabeti daha tehlikeli bir düzeye taşıma ihtimali bulunuyor. Yeni bir Soğuk Savaş’tan bahsediliyor olması boşuna değil. Soğuk Savaş’ın en belirgin özelliği, çift-kutupluluktan öte, ideolojik kamplaşmanın ve karşılıklı ötekileştirmenin çok yoğun bir şekilde yaşanmış olmasıydı. Bu durum rekabeti varoluşsal bir düzeye taşımış, rakiplerin tehditleri olduğundan daha tehlikeli görülmeye başlamış ve sert bir güvenlik ikilemi ortamı ortaya çıkmıştı. Tüm bu yaşananlar Biden yönetimi açısından bir tutarsızlığı ve çelişkiyi ortaya koyuyor. Biden yönetiminin seçim dönemindeki vaatlerinden çark etmesine içerleyen sol grupların ya da Amerikan bağlamında liberal olarak adlandırabileceğimiz kamusal entelektüellerin bu konu özelinde yönelttiği eleştiriler gazete sayfalarını süslüyor.
Amerikan liderliğinin geleceği
Peki, Biden yönetimi Çin’e karşı realizm ve liberal ideolojik stratejileri birleştiren mevcut stratejisini sorunsuz bir şekilde sürdürebilir mi? Bu sorunun cevabı uluslararası sistemdeki diğer devletlerin uzun vadede ABD-Çin güç dengesini nasıl göreceğine ve nasıl tavır alacağına bağlı. Uluslararası siyasette devletler, mevcut düzeni değiştirmek isteyen, yani geriden gelerek sistemi revize etmek isteyen devleti dengelemek için bir ittifak oluşturabileceği gibi, revizyonist devletin peşine takılarak ortaya çıkacak yeni düzende ganimete ortak olmak ve daha yüksek bir pozisyon elde etmek de isteyebilir. Devletlerin statükonun devamından yana mı, yoksa revizyondan yana mı karar vereceğini önceden kestirmek mümkün değil. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Asya’da devletlerin bir kısmının ABD ile birlikte Çin’i çevreleyerek dengelemeye çalıştığını görüyoruz. QUAD’ın canlandırılması ve daha ciddi bir oluşuma dönüştürülmeye çalışılması bunun işareti.
Fakat diğer yandan Avrupalı ülkelerin ABD’nin ittifak ilişkilerini sıkılaştırmak için yaptığı çağrılara pek gönülden bir karşılık vermediğini de görüyoruz. Avrupa’da bir yandan Çin’le birlikte hareket etmenin daha fazla ekonomik fırsat yaratacağına inanan görüş ivme kazanıyor; diğer yandan ise ABD ile yakınlaşmanın Rusya ile daha çatışmacı bir ilişkiye yol açmasının kaçınılmaz olması durumu var. Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığı, özellikle doğalgaz konusunda düşünüldüğünde, ABD’nin ittifakı güçlendirme çağrıları güçlü bir karşılık bulamıyor. Bu iki gerekçenin dışında, aslında daha belirleyici olan faktör ise ABD’nin gücünün zayıflamasının Avrupalı devletler tarafından da görülmesi ve bununla ilişkili olarak, Avrupa’yı kendi başına bırakması muhtemel Trump tarzı yönetimlerin gelecekte ABD’de daha fazla söz sahibi olacağının düşünülmesi. Bu durumda Avrupalı devletlerin ABD-Çin kapışmasında net bir tavır almak istememeleri netlik kazanıyor. Aynı nedenler, sistemdeki diğer devletlerin de, çift kutuplu bir uluslararası sistemin kendilerine daha fazla avantaj ve hareket serbestisi sağlayacak olmasından dolayı, ABD ile ilişkilerini daha temkinli sürdürmelerine yol açıyor; Çin’in kendilerine yönelik manevralarına da daha iştahlı yaklaşmalarına neden oluyor.
Tüm bu gelişmelerin bize gösterdiği şey, ortada yeni bir Soğuk Savaş’ın olduğunu söylemek için henüz çok erken olduğu. Ancak geçmişe baktığımızda, uluslararası sistem değişimlerinin yaşandığı dönemlerde gözlemlenen “hegemonik savaş” şartlarının -yani sistemin statükocu ve revizyonist bloklara bölünmesinin, ittifaklardaki belirsizliğin ve askeri güç kullanımının doğal karşılanmasının- her geçen gün daha belirgin hale geldiğini de söylemeden geçemeyiz.
[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Dr. Ali Aslan aynı zamanda SETA Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]