Yaklaşık iki ayını dolduran Biden-Blinken dış politikası acaba Türkiye’nin bulunduğu bölgede ortaya belirgin herhangi bir fark koyabildi mi? Biden’ın dış politika tercihlerini, önceki iki selefinden farklı olduğuna dair övmek için yapılan yorumlar yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Ama benim kastettiğim, yeni yönetimi önceki üç yönetimden en temel meselelerde ayrışan bir yönetim olarak tanımlayabilecek farklılıklar. Başkan Joe Biden, kendisinden önceki iki lider gibi, Suriye’deki hedeflere yönelik tek seferlik füze saldırıları emri verdi; Biden’ın füzeleri, bazı Trump füzelerinin yaptığı gibi, İran hedeflerini bile vurdu. Kulağa pek sert gelen bol miktarda söylem Rusya’ya yöneltilmiş durumda; fakat ufukta daha fazla yaptırımdan başka bir şeyin emaresi görünmüyor. Washington ile Tahran arasındaki “dişe diş” tadında laf dalaşmaları, ara sıra yaşanan şiddet olayları da dahil olmak üzere devam ediyor.
PKK/PYD/YPG’nin bombaları, yıllardır olduğu gibi, Suriye’nin kuzeyindeki Suriyelileri neredeyse her gün öldürüyor, yaralıyor ve tedhiş ediyor. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon, PKK 10’dan fazla Türk rehineyi infaz ettiğinde bile, bu durumla ilgili ikiyüzlü ve/veya kaçamak açıklamalar yayımlamak konusundaki ısrarını sürdürüyor. ABD’nin aynı terör örgütüne yardımı da hız kesmeden akmaya devam ediyor.
Biden yönetimi, Cemal Kaşıkçı cinayetinin sorumlusu olarak alenen Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı gösterdi ki bu CIA’in söylemesine gerek duyulmayacak kadar açık bir gerçekti. Ancak siyasi bir gaf olarak nitelenebilecek bir hal olarak, şu an itibariyle Muhammed bin Selman’a karşı hiçbir yaptırım öngörülmüyor bile. Böylelikle ABD’nin uluslararası itibarı çenesine bir aparkat daha yemiş oldu.
Bu noktaya kadar gördüğümüz Biden-Blinken ikilisinin dış politika dönemi -özellikle de Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeyle ilgili olarak- Shakespeare’den alınma tabirlerle tartışılabilir: much ado about nothing (neticesiz kuru gürültü). Şöyle ifade edelim: Trump’ın, eski Exxon CEO’su Rex Tillerson’ı dışişleri bakanı olarak ataması, hem uzun süredir devam eden siyasi bir teamülü ihlal eden hem de ABD dış politikasıyla ilgili eleştirmenlerin on yıllardır iddia ettikleri şeyleri doğrulayan şok edici bir adım oldu. Fakat Biden da eski bir CIA çalışanını Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü olarak tayin etti. Bunların hiçbiri, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede yaşayıp da bir ABD yönetiminden diğerine geçişte ümitlenmek konusuna ihtiyatlı yaklaşmayı öğrenenler için sürpriz değil.
Gerçek şu ki Trump aslında Cumhuriyetçi Parti’nin bizzat kendisidir ve Cumhuriyetçi Parti’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ortaya koyduğu birçok ardışık siyasi tercihin neticesidir. Demokrat Parti ve onun medyadaki destekçileri, Cumhuriyetçi Parti’nin Trump’tan ve ona destek olan kanattan bir şekilde kurtularak nasıl “normalleştirilebileceğine” dair teoriler geliştirmek için çok zaman harcadılar. Fakat bütün bu durum tek bir karizmatik şahısla ilgili bir mesele değil.
Biden-Blinken’ın resmi dış politika yönergeleri
Dışişleri Bakanı Antony Blinken, geçtiğimiz hafta Biden yönetiminin dış politika yönergelerine dair ilk ayrıntılı açıklamayı yaptı. Açıklanan içeriğin büyük bir kısmı hem Biden hem de danışmanlarının zaten son birkaç yıldır yaptığı açıklamaları yansıtıyordu. Bununla birlikte, içeriğin bir kısmı, uzun zamandır ABD dış politikasında var olmayan hedef ve idealleri benimsediği için umut vericiydi.
Ne var ki öne çıkan iki sorun hemen göze batıyor. Birincisi, bunlar sadece sözlü ifadeler; kelimeler yani. Lafa değil, icraata bakılır ve dünyanın görmek istediği şey somut eylemler. Putin’in adeta getir-götür işlerine bakan düşük rütbeli memurlara yönelik “elinin üstüne bir şaplak” sertliğindeki yaptırımlardan daha fazlasını devreye sokmak, küresel toplulukta pek bir kimseyi [ABD’nin tehditlerinin gerçekçiliğine] ikna edemiyor. Muhammed bin Selman’a karşı ciddi yaptırımlar (hatta yaptırımdan daha ötesini) uygulamada gösterilen başarısızlık, insanın utanç içinde ellerini yüzüne götürmesine sebep olacak tarzda bir malzeme olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor.
İkincisi, Blinken’ın belirttiği önceliklerin çoğu, ABD’nin Türkiye’ye ve bölgesine yönelik mevcut politikasıyla açıkça çelişiyor. Örneğin Blinken kendileri için yol gösterici bir ilkenin “müttefiklerimiz ve ortaklarımızla bağlarımızı yeniden canlandırmak” olacağını belirtiyor. Blinken’ın konuşmasından birkaç gün sonra, Blinken’dan Afgan Cumhurbaşkanına giden bir mektup sızdırıldı; mektupta ABD’nin Türkiye’den Afganlar arası barış müzakerelerine ev sahipliği yapmasını isteyeceği öne sürülüyor. Böyle bir adım kesinlikle pek hoş bir gelişme olacaktır, fakat ABD bundan çok daha fazlasını yapmalıdır. Türk toplumunun son yirmi yılda ABD dış politikası yüzünden maruz kaldığı onca şeyden sonra, ABD’nin çıkarlarını olduğu kadar Türkiye’nin de çıkarlarını tanıyan köklü politika değişiklikleri yapılırsa, bu Türk toplumundan daha sempatik tepkiler alacaktır.
Cumhuriyetçi Parti Trump, Trump Cumhuriyetçi Parti demektir
“1952’de Cumhuriyetçilerin yaptığı saldırının yırtıcılığı had, hudut tanımıyordu. [Saldırı] söz konusu politikaların ve liderlerin yetkinliğinin ötesine uzandı. Politikaları tasarlayan ve uygulayanların karakterine ve yurtseverliğine yöneldi. Hükümet kurumlarını hedef aldı… Hatta hükümetin kendisini… İnsanların kendi yargılarına olan güveni de dahil olmak üzere bütün bir emniyet ve güven tasavvurunun şüpheli bir hale düşürüldüğünü söylesek çok da bir şey demiş olmayız. Hükümet yetkilileri ve departmanları, ordu, devlet memurları, bütün bir siyasi parti, işçi hareketi, öğretmenler ve kurumlar, kiliseler, yazarlar ve sanatçılar; hepsi de şüphenin belirsizliğine sürüklendiler. Hükümet kurumunun içi tamamen boşaltıldı.” Dean Acheson, “Bir Demokratın Partisine Bakışları”, s. 65-66.
PKK/PYD/YPG’nin bombaları, yıllardır olduğu gibi, Suriye’nin kuzeyindeki Suriyelileri neredeyse her gün öldürüyor, yaralıyor ve tedhiş ediyor. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon, PKK 10’dan fazla Türk rehineyi infaz ettiğinde bile, bu durumla ilgili ikiyüzlü ve/veya kaçamak açıklamalar yayımlamak konusundaki ısrarını sürdürüyor.
İç cephede, Demokrat Parti’nin yasamaya yönelik iyimser emelleri şimdiden bir serap gibi görünüyor, zira Senato’da elde ettikleri burun farkı çoğunluğun, on beş dolarlık asgari ücret artışını yasaya dahil ettiremeyecek kadar kırılgan olduğu ortaya çıktı; Kovid-19 ekonomik yardım paketleri ise kendileri de tek bir Cumhuriyetçi de fire vermediğinden ucu ucuna geçti. Pek de serap gibi görünmeyen şey ise ABD siyasetindeki Trump gerçeğidir. Demokrat Parti’nin Trump’ın Senato mahkumiyeti için 67 oy elde etme konusundaki öngörülebilir başarısızlığı, zaten Trump döneminin sona ermediği anlamına geliyordu. Hatta ve hatta bu daha sadece birinci perdeyi seyretmiş olduğumuz anlamına gelebilir.
Acheson’ın 65 yıldan daha uzun süre önce kaleme alınan gözlemlerinin etkileyici yönü, bugünkü Cumhuriyetçi Parti’nin tutumlarını —ve bu tutumlarının sosyo-politik sonuçlarını— dakik bir şekilde tarif ediyor olması. Tek büyük fark, Cumhuriyetçilerin başkanlığı ve en az bir Kongre kamarasını önceki dört yıl boyunca elinde tutmuş olması, Acheson’ın ise ilgili satırlarda Cumhuriyetçilerin başkanlığı hiç kazanamadığı yirmi yıllık bir dönemin en sonuna atıfta bulunuyor olması.
Bugünün Cumhuriyetçi Partisi, Acheson’ın tanımladığı eğilimlerin bir sonucudur; kültür savaşları, karizmatik figürlere ve provokasyona bağımlılık, demagoji… Wisconsin Senatörü Joseph McCarthy’nin antikomünist cadı avı ne kadar yıkıcı ve abartılı olsa da nihayetinde gerçek bir meseleye dayanıyordu. Ancak McCarthy’nin teknikleri o zamandan beri birçok imbikten geçti ve yeniden ambalajlandı. Sosyal medya da dahil olmak üzere modern medyanın yükselişi, bu teknikleri, Cumhuriyetçi Parti’nin büyük bir kesiminin sadece internette yaşayan komplo teorilerini artık açıkça dillendirdiği noktaya kadar güçlendirmiş durumda. Hatta bu komplo teorileri, Cumhuriyetçilerin Kongre’ye seçilmesini sağlayacak noktaya geldi.
Mesele şu ki Trump, başkanlığının dört yılı nasıl bir meczubane havada geçmiş görünürse görünsün, ancak partinin ihtiyaçlarını karşılayan karizmatik Cumhuriyetçi liderler/demagoglar zincirinin son halkasıdır. 1950’lerde bu rolü Joseph McCarthy üstlendi; 1960’larda Arizona’dan Barry Goldwater ve daha sonra Kaliforniya’dan Richard Nixon. Partinin oy kazanmak için kültür savaşlarına ve arz yönlü ekonomik teorilere her zamankinden daha fazla yaslandığı 1970’ler ise Ronald Reagan’ın yükselişine şahitlik etti; Reagan’ın temsil ettiği tipoloji, iki dönem başkanlık yaptığı 1980’lerden beri partiye hâkim durumda. Georgia Temsilcisi Newt Gingrich ve Alaska Valisi Sarah Palin gibi isimler ve “Çay Partisi” gibi hareketler, aynı eğilimlerin Reagan sonrası dönemlerden örnekleridir. Her iki Bush da seçmen desteğini tahkim etmek için bu eğilimleri aşikâre körükledi.
Trump Cumhuriyetçilerin gündemini belirlemeye devam ediyor
Yukarıda izah edilen bağlam, Trump’ın seçim yenilgisinden sonra neden Amerikan siyasi manzarasından çekilip gitmediğini ve neden aleyhindeki ikinci görevi kötüye kullanma davasının da ilki gibi Senato’da bir mahkumiyete yol açmadığını açıklığa kavuşturuyor olsa gerek. Trump, seçim kazanmak için Cumhuriyetçi Parti tarafından son 70 yıldır köpürtülen siyasi teknikler ve sosyal eğilimlerden yararlandı. ABD siyaseti artık ciddi meselelerden (veya ahlaktan) çok daha fazla kimliklere bakar oldu; dolayısıyla Demokratların 67 senatörü olmadığı sürece, Trump’ın mahkûm edilmesi zaten neredeyse imkansızdı.
Trump’ın ikinci görevi kötüye kullanma davası başladığında yayınlanan anketler, Amerikalıların yüzde 50’den çok az fazlasının Trump’ın mahkûm edilmesi gerektiğini düşündüğünü gösterdi. Trump’ın beraatinden sonra yapılan kamuoyu yoklamaları da yaklaşık aynı oranları gösteriyordu. Diğer bir deyişle, bütün bu süreç hakkındaki görüşler, dava fiilen başlamadan çok önce tahkim olmuş durumdaydı ve duruşma tutanakları ve yargılama sırasında ortaya konulan deliller halkın algısında neredeyse hiçbir fark yaratamadı. Bu tür veriler Demokratlara bir tokat gibi gelip onları bir anda kendilerine getirmeliydi; zira Trump’ı ikinci kez yargıladılar ve bunu yaparken arkalarındaki halk desteği sadece yüzde 50 civarındaydı.
Mesele şu ki Trump, başkanlığının dört yılı nasıl bir meczubane havada geçmiş görünürse görünsün, ancak partinin ihtiyaçlarını karşılayan karizmatik Cumhuriyetçi liderler/demagoglar zincirinin son halkasıdır.
Trump’ın Cumhuriyetçi Parti üzerindeki hakimiyetinin nasıl aşındırılabileceği veya kırılabileceği konusunu masaya yatıran ve bu konu hakkında sızlanıp duran makalelerin ardı ardına yayınlanması da Trump’ın ABD siyaset sahnesinde süregiden ağırlığını ortaya koyuyor. New York Times (NYT) herkesi, milletin Trump’ın “darbesi” nedeniyle Cumhuriyetçi Parti’yi fevç fevç terk etmekte olduğuna ikna etmeye bile çalıştı. Ancak gerçek şu ki Trump destekçileri oylarını Demokrat Parti aleyhine olduğu kadar, bizzat Trump için veya kendi dünya görüşleri adına da kullanıyorlar. Geçen Kasım ayında 75 milyon kişi Trump’a oy verdi; bu rakam 2016’da Trump lehine atılan oylardan 11 milyon daha fazla. Bu sonuç, Trump’ın popülaritesi için sağlam bir sosyo-politik temelin var olduğunu ve bu temelin önce 2022 ara seçimlerine, sonra da 2024 başkanlık seçimine odaklandığını gösteriyor.
Trump’ın ulusal siyaset sahnesindeki etkisini tedricen azaltmanın tek mümkün yöntemi onu görmezden gelmektir. Fakat Trump’ı özellikle kısa vadede görmezden gelmek neredeyse imkânsız ve bu durum Trump’ın halihazırda Amerikan siyasetine karşı ortaya koyduğu meydan okumanın devasa boyutlarını gösteriyor.
Trump karşıtı Cumhuriyetçi temsilciler ve senatörler kınanıp yalnızlığa itiliyor
Wyoming Temsilcisi Cumhuriyetçi Liz Cheney etrafında kopartılan kıyamet de Trump meselesinin derinliğini yansıtıyor. Liz Cheney, kendisi de Temsilciler Meclisi aracılığıyla ulusal siyasi şöhrete ulaşan eski ABD Başkan Yardımcısı ve Irak işgalinin mimarı Dick Cheney’in kızı. Cheney Trump aleyhindeki görevi kötüye kullanma davasının en son maddeleri lehine oy veren 10 Cumhuriyetçi Meclis üyesinden biriydi.
Demokrat Parti (ve medyadaki müttefikleri) canla başla alkışlarken bu 10 Cumhuriyetçiye yönelen hiddetin dozu o dereceye vardı ki Cumhuriyetçilerin içinden sadece bir azınlık bu 10 üyenin etik anlayışlarını —o da ihtiyatlı bir şekilde— kutlayabildi. Fakat Cumhuriyetçilerin çoğu bu duruma öfkeyle tepki verdi. Cumhuriyetçi Parti’nin Wyoming teşkilatı Cheney’i sadece kınamakla kalmadı, aynı zamanda en yüksek üçüncü rütbeye sahip Cumhuriyetçi olarak Temsilciler Meclisi’nde sahip olduğu statüye ve Wyoming’den çıkmış ulusal sahnedeki en ünlü politikacının kızı olmasına rağmen istifasını istedi. Wyoming teşkilatının merkez komitesinde Cheney’i kınamaya yönelik oylamada 66’ya 8 kınama kararı çıktı. Yedi Cumhuriyetçi Senatör de daha sonra Trump’ı mahkûm etmek için oy kullandı ve onlar da partilerinin tepkisiyle karşılaştı. Trump da boş durmadı ve görevi kötüye kullanmaktan azledilmesi için oy veren 10 Cumhuriyetçi meclis üyesine karşı yarışan Cumhuriyetçi adayları onaylamaya başladı. Trump kendisinin azledilmesine veya mahkûm edilmesine oy veren Kongre üyesi Cumhuriyetçileri alaycı bir şekilde yaftalamak için bir de bir kısaltma uydurdu: RINO: Republicans in Name Only (sözde Cumhuriyetçiler).
Biden yönetimi, Cemal Kaşıkçı cinayetinin sorumlusu olarak alenen Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı gösterdi ki bu CIA’in söylemesine gerek duyulmayacak kadar açık bir gerçekti. Ancak siyasi bir gaf olarak nitelenebilecek bir hal olarak, şu an itibariyle Muhammed bin Selman’a karşı hiçbir yaptırım öngörülmüyor bile. Böylelikle ABD’nin uluslararası itibarı çenesine bir aparkat daha yemiş oldu.
Cheney ulusal bir televizyon kanalında “Cumhuriyetçiler olarak doğruların partisi olduğumuzdan ve 2020’de gerçekte neler yaşandığı konusunda dürüstlük sergilediğimizden emin olmalıyız ki böylece 2022’de [ara seçimleri] ve 2024’te Beyaz Saray’ı tekrar kazanmak için gerçek bir şansımız olabilsin” şeklinde konuşarak gözünün korkmadığını gösterip meydan okudu. Cheney Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’de gelecekte bir liderlik rolüne sahip olmayacağını savunuyor. Fakat Trump’ın beraatinden bu yana, Cheney’in görüşünün Cumhuriyetçi Parti tabanında güçlü bir desteğe sahip olduğunu gösterecek hiçbir şey olmadı.
Hatta tam aksine, parti dikkatini 2022 ara seçimlerine odaklarken Trump da arkasındaki desteği iyice pekiştiriyor. Trump şimdiden kendi siyasi faaliyetleri için ve büyük olasılıkla kendisinin 2022’de onaylayacağı adaylara fon sağlamak için bir “süper PAC” (siyasi eylem komitesi) oluşturmayı planlıyor. Cumhuriyetçi Parti’nin iki hafta önce düzenlenen yıllık CPAC (Muhafazakâr Siyasi Eylem) Konferansı, bir raporda kullanılan tabire göre, “Trump-chella”ya dönüştü. Trump ayrıca CPAC konuşmasını 2024 adaylığına dair ipuçları vermek için kullandı. [Hüküm giymediği için] bir kamu görevi kazanabildiği ve ulusal siyasetin odaklandığı bir şahıs olarak kalabildiği sürece Trump, açıkçası Cumhuriyetçi Parti içinde bir güç, hatta muhtemelen baskın bir güç olarak kalacaktır.
Peki bu nasıl olabiliyor? Gerçek şu ki Trump aslında Cumhuriyetçi Parti’nin bizzat kendisidir ve Cumhuriyetçi Parti’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ortaya koyduğu birçok ardışık siyasi tercihin neticesidir. Demokrat Parti ve onun medyadaki destekçileri, Cumhuriyetçi Parti’nin Trump’tan ve ona destek olan kanattan bir şekilde kurtularak nasıl “normalleştirilebileceğine” dair teoriler geliştirmek için çok zaman harcadılar. Fakat bütün bu durum tek bir karizmatik şahısla ilgili bir mesele değil. Aksine Trump, Cumhuriyetçi Parti’nin on yıllardır ilerlediği istikametin bizatihi kendisidir. Acheson’ın Cumhuriyetçi Parti’ye dair ta 1955’te koyduğu teşhislerin hâlâ dün yazılmış gibi terütaze okunabiliyor olmasının nedeni budur. Tutumlar aynı; dolayısıyla neticeler aynı. Sadece içinde bulunduğumuz çağ ve bu eğilimlerin 70 yıl içinde artık kendi kendine işler hale gelmiş olduğu gerçeği farklı.
Başka bir deyişle, derinlerden akan ve kendisiyle birlikte ötelere sürükleyici bir Amerikan sosyo-politik akımından bahsediyorum. Bu akımın uzun vadede elde edeceği başarıların nedenleri çeşitlidir ve nihai sonuçların ne olacağına dair ancak tahminde bulunulabilir, ancak genel eğilimin olumlu olmadığını söyleyebiliriz. Cumhuriyetçi Parti’nin mevcut halinden başka şeyler de sorumlu tutulabilir: Amerika’nın dağılmakta olan eğitim sistemi, yaygın ve genişleyen eşitsizlik, düşen yaşam standartları, yoksulluk, evsizlik ve uyuşturucu kullanımı gibi kötüleşmekte olan sosyal sorunlar ve diğer niceleri… Ama bunlar sadece mevcut gidişatı iyice kötüleştiren unsurlar; bu gidişatın sebepleri değiller. Asıl sebep, Cumhuriyetçi Parti’nin “sermaye” adına Amerika’nın acil çözüm bekleyen sosyo-politik sorunlarına odaklı düşünmeyi ve sıkı çalışmayı bıraktığı ve karizmatik kişilikler, demagoji ve kültür savaşları gibi kolay seçeneklere yöneldiği bir asır öncesine dayanıyor. Teapot Dome skandalı, Hoovervilles ve Joe McCarthy —şimdilik— Donald J. Trump’a çıkan uzun yolun sadece ilk adımlarıydı.
[1999 yılından bu yana İstanbul’da yaşayan Adam McConnel, tarih alanındaki yüksek lisans ve doktora derecelerini de almış olduğu Sabancı Üniversitesi’nde Türk tarihi dersleri vermektedir. 20. yüzyıl Türk tarihi, Türk-Amerikan ilişkileri ve 19 ve 20. yüzyıl dünya tarihi özel olarak odaklandığı araştırma alanlarıdır]
Mütercim: Ömer Çolakoğlu