Avrupa Birliği’nin (AB) dün Brüksel’de başlayan ve bugün sona erecek (24-25 Haziran) devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı zirvesi Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine ışık tutması bakımından önemli ipuçları veriyor. Zirvedeki temel konular arasında, Kovid-19 salgını dışında Birliğin Rusya ve Türkiye ile ilişkileri yer alıyor. Zirve öncesinde Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile doğrudan temas kurulmasını önermesi ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da bu öneriye destek vermesi, kendilerini “Rus tehdidi” altında hisseden üye ülkeler tarafından tepkiyle karşılandı, dolayısıyla Rusya konusunda üyeler arasında şimdilik bir mutabakata varılamadı. Bu kapsamda Türk-Rus ilişkilerinin de Birlik tarafından dikkatle izlendiğini söylemek yanlış olmayacak.
AB’nin, gelinen aşamada mülteci sorununun, yapılacak kısmi mâli desteklerle değil, bunları da içerecek şekilde meselenin toplumsal ve siyasal boyutlarını da gözeten bütüncül bir yaklaşımla çözülmesi yönünde bir yaklaşım geliştirmesi gerekiyor.
Türkiye ile AB arasında 62 yıl önce Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) yapılan başvuruyla başlayan ve 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile hukuki çerçevesi kurulan münasebetlerin bugün geldiği nokta, tam üyeliğin konuşulmasından oldukça uzaklaşılmasının yanı sıra Ankara Anlaşması ve Katma Protokol çerçevesinde Türkiye’nin kazandığı hakların da gerisinde görünüyor. Zira AB yetkilileri tarafından son birkaç zirvede olduğu gibi bu kez de esasen mülteci sorunu üzerinden Türkiye ile işbirliği yapılmak istendiğine vurgu yapılıyor ve Doğu Akdeniz’deki mevcut duruma yönelik tespitlerde bulunuluyor. Buna karşın, ilişkilerde sahici bir açılım anlamına gelecek ve AB’nin vizyonunu yansıtacak Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, vize kolaylığı ve elbette tam üyelik müzakerelerinin canlandırılması gibi konulardaki beklentilerin yine sonuçsuz kaldığı anlaşılıyor.
Birlik bundan önceki zirvesinde Libya ve Doğu Akdeniz konularında Türkiye’nin gösterdiği iyi niyeti kayda geçirerek “pozitif gündem” yürütülmesini desteklemekle birlikte yaptırımlar konusunu hep masada tutmuş ve bir anlamda sorunların çözümünü ötelemişti. Ayrıca 14 Haziran 2021’deki NATO zirvesini ve ABD Başkanı Joe Biden’ın Türkiye’ye yönelik tutumunu da izleyeceğinin işaretlerini vermişti. AB bu yaklaşımıyla Türkiye’ye karşı “havuç-sopa” stratejisini benimsediğini ortaya koyarken, Türk tarafının isteklerini ise AB Komisyonu’na bu yönde verdiği tavsiyeler ve temennilerle geçiştirmişti. Zirvenin ilk gününden sonra anlaşılan o ki bu durum değişmedi; AB hâlâ Türkiye’yi aday statüsü üzerinden değil, stratejik çıkarları açısından değerlendiriyor. Gerçi Almanya Başbakanı Angela Merkel Türkiye’nin her türlü desteğe hakkı olduğunu ve Gümrük Birliği, iklim değişikliği, sağlık ve terörle mücadele konularında işbirliği yapılması gereğini ifade etmiş, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı konusunda Türkiye ve AB arasındaki farklılıklara vurgu yapmasına karşın stratejik işbirliğini bu farklılıklara rağmen ilerletmek gerektiğini söylemişti. Merkel’in bu açıklamaları Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İtalya Başbakanı Mario Draghi tarafından da paylaşılmıştı. Aynı şekilde AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen de Türkiye ile mutabakatın uzatılması hususunda Merkel ile aynı fikirde olduklarını açıklamış, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi meselesinin de zirvede masadaki konulardan olacağını söylemişti.
Zirveden Türkiye’nin “somut adımlar” beklentilerini karşılayacak kararlar çıkmamış olsa da “AB liderlerinin göç, sağlık, iklim, terörle mücadele ve bölgesel meseleler gibi karşılıklı çıkara dayalı konularda Türkiye ile yüksek düzeyli diyalog hazırlıklarına” vurgu yapılması, önümüzdeki döneme dair bir nebze umut verici bir yaklaşım.
İlişkilerdeki tıkanıklık
Zirve başlamadan önce sızan haberler AB’nin Türkiye’ye yönelik en önemli gündeminin 18 Mart 2016 tarihli mutabakatın süresinin uzatılarak AB ülkelerine kaçak göçmenlerin girişinin engellenmesi olduğunu doğruluyor. 18 Mart 2016’da varılan mutabakata göre AB, Türkiye’nin geri alacağı her kaçak göçmene karşı bir Suriyeli mülteciyi kabul edecek, bu kapsamda yasadışı şekilde Türkiye’den Yunanistan’a geçen sığınmacılar da geri gönderilecekti. Ancak Alman Die Welt gazetesinin ulaştığı gizli bir raporun zirvenin hemen öncesinde yayımlanmasından anlaşıldığı kadarıyla, AB Komisyonu şimdiye kadar Türkiye’ye yapılan iadelerin çok düşük olduğu görüşünde. Bu bağlamda AB açısından 2016 yılındaki mutabakatın uzatılması Türkiye ile ilişkilerin geleceğinde “önemli bir yapı taşı” olarak tanımlanıyor. Nitekim aynı mutabakatla AB’nin Türkiye’ye sağladığı altı milyar avro mâli desteği sürdürmek için AB Komisyonu’nun hazırladığı öneride 2024 yılına kadar Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için 3,5 milyar avro daha gönderilmesi tavsiye edilmekte. Tavsiyenin kabul edilmesi durumunda AB hukuku uyarınca üye ülkelerin onayından sonra bu miktar Türkiye’ye verilebilecek. İlk günün sonunda Almanya Başbakanı Merkel’in açıklamasına göre Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için 3 milyar avro desteğin verilmesi konusunda zorlu bir görüşmeden sonra uzlaşıldı. Buna mukabil zirve sonuç bildirisinin Türkiye ile ilgili bölümünde, “AB Konseyi, AB Komisyonuna Türkiye, Ürdün, Lübnan ve bölgenin diğer bölümlerindeki Suriyeli mülteciler ve ev sahibi topluluklara sağlanacak finansmanın devamı için resmi teklifi gecikmeksizin sunması çağrısını yapmaktadır” denilmesi, taraflar arasında başlıca işbirliği alanı olarak görülen bu konuda da nihai bir kararın alınamadığını gösteriyor.
Türkiye’de halihazırda resmi rakamlara göre 3,5 milyondan fazla Suriyeli, buna ilaveten Afganistan, İran ve Irak’tan binlerce mülteci ve düzensiz göçmen bulunuyor. Bu denli ağır bir yükün altından kalkmak dünyada hiçbir ülke için kolay iş değil. Hal böyleyken AB’nin, Türkiye’nin bunun altından sadece mâli destekle kalkmasını istemesi gerçekçi bir yaklaşım olmadığı gibi, bu konunun adaylık statüsünde bir ülkeyle olması gerektiği gibi değil de stratejik partner konumundaki bir ülkeyle konuşulur şekilde gündeme getirilmesi de kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Kaldı ki AB’nin Suriyeli mülteciler için verdiği ve vermeyi taahhüt ettiği mâli yardımların miktarı Türkiye’nin harcadıklarının yanında çok anlamlı da değil. Gelinen aşamada bu sorunun, yapılacak kısmi mâli desteklerle değil, bunları da içerecek şekilde fakat meselenin toplumsal ve siyasal boyutlarını da gözeten bütüncül bir yaklaşımla çözülmesi gerekiyor.
Doğu Akdeniz
Zirvede Türkiye’yle ilgili ele alınan bir başka önemli başlık ise Doğu Akdeniz meselesi. AB’nin, sonuç bildirisine “Doğu Akdeniz’de gerginliğin düşmesi olumlu karşılanmıştır ve bunun sürdürülmesi gerekmektedir” ifadeleriyle yansıyan yaklaşımı, Doğu Akdeniz sorununun, Türkiye’nin bölgede hidrokarbon kaynakları arama çalışmalarını diyalog için zemin hazırlamak amacıyla geçici olarak durdurması ve Yunanistan ile yeniden başlayan istikşafi görüşmelerin temin ettiği sükûnet sayesinde şimdilik dondurulmuş göründüğüne işaret ediyor.
Sonuç olarak, AB’nin bugün bitecek zirvesinden Türkiye’ye yönelik herhangi bir yaptırım kararı çıkmayacak. Mülteci meselesini kendi sınırları dışında tutmak isteyen Birlik, kapsayıcı bir çözüm arayışı yerine verilecek mâli destekle işlerin yolunda gitmesini temin edeceğini düşünmekte. Fakat gelinen aşamada AB-Türkiye ilişkilerinin Suriyeli mülteciler ve Doğu Akdeniz konularına indirgenmesi taraflar için yeni sorunları da beraberinde getirecek, üstelik bu sorunlara kalıcı çözüm bulunması da gittikçe zorlaşacak. Türkiye ile ortaklık ilişkisi kuran Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’den hiç söz etmeyen Birlik, aynı şekilde Türkiye’nin 2016 Mutabakatıyla elde edeceği kazanımları da her seferinde teğet geçiyor. Birliğin bu tek taraflı tutumu uluslararası kamuoyu nezdinde kendi inandırıcılığını da zedelerken ilişkilerin geleceğini de tehlikeye atıyor. Bu itibarla 1995’te yürürlüğe giren Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, diğer yandan tam üyelik müzakerelerinin devam ettirilmesi Türkiye-AB ilişkilerinin en acil konuları arasında yer alıyor.
Birlik Türkiye ile Gümrük Birliği’nden sonra gerçekleştirdiği serbest ticaret anlaşmalarında bile üçüncü ülkelere çok daha avantajlı bir konum sağladı. Tam üyelik müzakereleri yürüten ülkelere AB’ye vizesiz seyahat hakkı tanıyan AB, Ankara Anlaşması’na ve 2016 Mutabakatına rağmen hâlâ Türkiye’ye bu hakkı tanımış değil. Hemen her zirvede Türkiye’ye karşı yaptırımları bir şekilde masada tutan AB’nin bu hakkaniyetsiz yaklaşımı ilişkilerin sağlıklı bir zeminde idamesini de zora sokuyor. Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin “pozitif gündem” doğrultusunda şekillendirilmesi ve istikrarlı bir dengenin kurulması sadece AB’nin çıkarlarının gözetilmesiyle değil, Türk tarafının taleplerinin de karşılanabilmesiyle mümkün olabilir.
Öte yandan zirveden, Türkiye’nin “somut adımlar” beklentilerini karşılayacak kararlar çıkmamış olsa da sonuç bildirisinde “AB liderlerinin göç, sağlık, iklim, terörle mücadele ve bölgesel meseleler gibi karşılıklı çıkara dayalı konularda Türkiye ile yüksek düzeyli diyalog hazırlıklarına” vurgu yapılması, önümüzdeki döneme dair bir nebze umut verici bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bu da, AB’nin Türkiye’yi küstürmek istemediğinin göstergesi şeklinde yorumlanabilir.
Bununla birlikte, sadece zirvelerde yoğunlaşan bir görüşme trafiği yerine iki tarafın iklim değişikliği, yeşil gündem gibi konuları da içerecek şekilde işbirliği alanlarını genişletmesi yapıcı bir atmosfer yaratarak ortaklık ilişkisini canlandırabilir. Ancak son tahlilde ilişkilerdeki düğümü çözecek olan adım, AB’nin, Türkiye’nin stratejik partner olarak görülen bir komşu ülke mi, yoksa tam üyelik müzakereleri sürdürmekte olan muhtemel bir AB üyesi mi olduğuna karar vererek vizyonunu ortaya koyması olacaktır.
[Dr. Nurgül Bekar Ufuk Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]