Ramazan ayının başından itibaren radikal Yahudilerin İslam karşıtı söylemlerini içeren Mescid-i Aksa baskın planları, Filistinlilerin Şeyh Cerrah mahallesindeki evlerine el koyma çabaları ve Şam Kapısı’ndaki Filistinlilere karşı zor kullanan İsrail polisleriyle başlayan, sonrasında sıcak çatışmaya evrilen kaos ateşkesle duruldu. İsrail’in apartheid rejimi tarafından devam ettirilen işgale karşı ayaklanan Filistinlilerin direnişiyle yükselen tansiyon, aralarında 60’ın üzerinde çocuğun olduğu 259 Filistinlinin can kaybına ve yüzlercesinin yaralanmasına, evlerini kaybetmesine neden oldu. Ateşkesin hemen ardından gelen günlerde de Mescid-i Aksa’da “zamansal bölünme” planı olarak nitelendirilen baskınlar devam ediyor ve İsrail polisleri tarafından darp edilen Filistinlilere ait görüntülere şahit olunuyor.
Ulusal ve uluslararası arenada ABD’nin koşulsuz himayesinde olan İsrail’in işgalci apartheid rejiminin Biden döneminde de desteklenmeye devam edecek olmasıdır. Biden genel anlamda ABD’nin geleneksel İsrail politikasından büyük bir sapma göstermeyecek ve süregiden İsrail yanlısı tutum Filistinliler için hiçbir şey değiştirmeyecektir.
Kopan fırtınaya karşı, İsrail’in hamisi ABD’nin çatışmayı durdurma çağrısı hayli geç geldi. ABD Başkanı Joe Biden 232 Filistinli hayatını kaybettikten sonra, yani çatışmanın dokuzuncu gününde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya ateşkes için gerginliğin düşürülmesini beklediğini söyleyebildi. Bundan önce “İsrail’in savunma hakkının arkasında olduğunu” dile getiren hükümet yetkilileri, hayatları ellerinden alınan çocuklar için bile tepki veremez durumdaydılar.
Biden hükümetinin İsrail’in bölgede yarattığı soruna ve yaşanan olaylara karşı tutumunun, Donald Trump (Bibi’nin Kral Kiros’u) döneminin aşırı sağı tatmin eden politikalarından farklılaşması bekleniyordu; ancak bu konuda hayal kırıklığı yarattı. Biden’ın Obama döneminde Netanyahu ile sürdürülen liderler arası soğuk ilişkilere ve söylem değişikliğine benzer şekilde hareket ettiği de söylenemez.
Dolayısıyla ne Trump döneminde olduğu gibi İsrail’in her isteğini gerçekleştirecek kadar sıcak ne de Obama döneminde olduğu gibi söylem düzeyinde de olsa soğuk bir tavır ortaya koyamayan Biden yönetiminin, adeta Trump ve Obama yönetimlerinin bir karışımı olduğu iddia edilebilir.
Peki Biden dönemi Obama dönemiyle ne kadar benzerlik gösteriyor ya da ondan ne kadar farklılaşıyor? Bu farklılık ya da benzerlikler, halihazırda Kudüs’te devam eden insan hakları ihlalleri, işgaller ve Filistinliler açısından neyi değiştirecek? Bu soruları cevaplayabilmek için özellikle Obama dönemindeki politikalara bakmak gerek.
Bu analizi yapmaya başlamadan önce belirtmek gerekir ki elbette Trump ya da Obama döneminin koşulları hem Ortadoğu hem İsrail ve ABD iç siyaseti bakımından bugün epey farklı. Trump’ın daha önce uygulamaya konulamayan Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımak, ABD Büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımak, Golan tepelerinin ilhakını tanımak ve İbrahim Anlaşmaları ile başlayan “normalleşme” süreçleri gibi adımlarının, ABD politik arenasında yoğunlaşan İsrail yanlısı tutum ve artan aşırı sağ desteği gibi durumlarla birleşerek Biden’ı daha baştan zorlayacağı aşikardı. Bunun yanı sıra, neredeyse beşinci seçime gidecek olan İsrail’de, hakkındaki yolsuzluk davalarını unutturmak, koalisyonla yeniden hükümeti kurabilmek için Knesset’te radikal sağcılara alan açan ve başlayan kaosu durdurmak yerine adeta teşvik edercesine davranan Netanyahu’nun iç siyasetteki gözü dönmüş tavrını da hesaba katmak gerekiyor. Dolayısıyla, aslında iki başkanın dönemleri arasında tam bir karşılaştırma yapmak mümkün değil. Bununla birlikte başkan yardımcılığını üstlendiği Obama dönemindeki ekipte yer alan pek çok isimle çalışmaya devam eden Demokrat Joe Biden’ın bugünkü tutumuyla, o dönemki İsrail politikaları karşılaştırılarak birtakım öngörülerde bulunmak mümkün olabilir.
Obama tıpkı Biden’ın bugün ABD siyasetini Trump döneminin etkilerinden arındırmaya çalıştığı gibi, Bush döneminde zarar gören ABD ekonomisini ve imajını toparlamaya çalışmış, İsrail-Filistin barışını sağlamak isteyen bir retorik kullanmış, ancak bu tavrı sadece söylem düzeyinde kalmıştı. Trump döneminde uygulamaya konulan politikalarla tırmanan gerilim hattında ise Biden döneminde neredeyse hiçbir farklılık görünmediği gibi, yaşanan vahşete karşı sergilediği İsrail yanlısı tutumu ABD halkından, Kongre içinden ve uluslararası arenadan tepkilerle karşılaşmasına neden oldu.
Barack Obama ve Filistin meselesi
43. ABD başkanı George Bush döneminde Ortadoğu’da uygulanan saldırgan, müdahaleci ve tek taraflı politikalar, Irak müdahalesinde yaşanan başarısızlık ve yoğunlaşan İsrail yanlısı tutum, bölgede Amerikan karşıtı düşünceleri ateşlemişti. 20 Ocak 2009 seçimlerinde ABD başkanlığı koltuğuna oturan Barack Obama zarar gören ABD imajını düzeltmek istemiş, bölge halklarında ortaya çıkan Amerikan nefretini söndürmek ve İslam dünyasıyla ilişkilerini düzeltmek için politika ve retorik değişikliğine gitmişti. Ülke kimliğini barışçıl, refah yanlısı ve işbirlikçi olarak tanımlayan Obama, yapılan hataların uzlaşmayla çözülebilmesi yönünde bir yol haritası çizmiş ve buna İsrail-Filistin sorununa ilişkin politikalarla başlamıştı. Obama bu politikalar sebebiyle başta İsrail olmak üzere bazı ülkeler tarafından eleştirilirken İslam dünyasına ise belli bir süre umut vadetmişti.
İsrail-Filistin sorununun çözümü için görev yapacak özel temsilci olarak George Mitchell’ı görevlendiren Obama, görevinin ilk gününde Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’la görüştü. Obama İsrail’in yerleşim yerleri politikasının karşısında olduğunu her fırsatta açıkladı ve bu açıklamaları Kongre’den, hatta İsrail kökenli bürokratlardan da destek gördü. Meşhur Kahire konuşmasında Filistin sorununa dair iki devletli çözümü desteklediğini ve Yahudi yerleşim yerleri inşaatlarının durdurulmasının gerekliliğini vurgulayan Obama, bu söylemlerine rağmen İsrail’den olumlu bir yanıt alamadı. Yerleşim inşaatlarını durdurmak bir yana doğal genişlemeden söz eden İsrail, ABD’nin geleneksel tavrından sapan bu değişime büyük tepki gösterdi. İsrail Başbakanı Netanyahu ise iki devletli çözüm önerisi ve yerleşim yerleri konusunun Obama tarafından İsrail’e dayatıldığını belirterek bu söylemleri baskı olarak nitelendirdi. Filistin devletinin silahsızlandırılması, havadan, denizden ve karadan kontrol edilebilir olması, diğer devletlerle askeri işbirliği yapmama şartı, Filistinli mültecilerin geri dönüş talebinden vazgeçmesi, Kudüs’ü ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerinin olduğu toprakları İsrail’e bırakması şartlarıyla iki devletli çözümü kabul edeceğini belirten Netanyahu hükümeti, İsrail halkının da büyük desteğini topladı. Bu dönemde Jerusalem Post tarafından yapılan ve İsrail halkının yüzde 76’sının Netanyahu hükümetini bu konuda onayladığını gösteren bir anket çalışması bu desteği kanıtlar nitelikte.
Filistinlilerin bir devlete sahip olma arzusuna sırt dönmeyeceğini dile getirdiği söylemleriyle o dönem içinde ümit vadeden Obama, ilk başkanlık döneminde Ortadoğu’da yaptığı Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye ziyaretlerine rağmen İsrail’e gitmedi. Reagan’dan sonra ilk kez yaşanan bu durum elbette ABD-İsrail ilişkilerinde gerilime neden oldu. 10 Mart 2010’da dönemin Başkan Yardımcısı olan Biden’ın İsrail ziyaretini henüz tamamlamadan yaptığı Doğu Kudüs konutlarıyla ilgili kınama açıklaması da iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırdı.
Fakat Obama döneminde Netanyahu hükümetine karşı uygulanan söylem değişikliğinin, silah desteği ve uluslararası arenada verilen destekle aynı anda devam ettiği görülmüş ve söylemler anlamını yitirmişti. Örneğin 22 Mart 2010’da Dışişleri Bakanı Hillary Clinton İsrail’in Doğu Kudüs ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşim yerlerini eleştirmiş, 24 Mart 2010’da Obama ile Netanyahu buluşmasında Beyaz Saray’da soğuk rüzgarlar esmişti. Liderler görüşmesine dair basın açıklaması yapılmaz ve fotoğraf verilmezken, toplantı sonrasında da herhangi bir açıklama yapılmamıştı. Fakat yaşanan gerginliklere rağmen ABD İsrail’e silah satışına devam etmiş, yine bu dönemde füze savunma sistemi denemesi gerçekleştiren İsrail’e daha geniş bir savunma sistemi için 200 milyon dolar verilmesi kararı Kongre’de onaylanmıştı. 15 ay içinde Pentagon’la İsrail arasında tam 75 görüşme yapılmıştı.
Kasım 2010’da İsrail hükümetinden asgari 90 gün süreyle yerleşim yerleri inşaatını dondurmasını talep eden Obama hükümeti, karşılığında 3 milyar dolar yardım, 20 adet ilave F-35 ile füze ve savunma sistemi ve ayrıca Filistin’i tanımama vaadinde bulunmuşsa da teklif İsrail tarafından reddedilmişti. Bu dönemde ABD İsrail’in Yahudi yerleşimleri konusundaki yayılmacı tutumuna karşı herhangi bir yaptırım uygulamadığı gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) tarafından 18 Şubat 2011’de İsrail’in yerleşim yerleri inşasına karşı hazırlanan kınama kararını veto etmiş, 2012’de Filistin’in BM’deki “gözlemci” statüsünün “üye olmayan gözlemci devlet” statüsüne yükseltilmesi teklifini reddetmiş ve 2012 Kasım’ında İsrail’in Bulut Sütunu Operasyonu’yla Gazze’ye yaptığı saldırıyı ABD “İsrail’in savunma hakkı” olarak tanıdığını ilan etmişti. Buna ek olarak, İsrail’in 7 Temmuz 2014’te Gazze’de başlayan ve 52 gün süren, 2 bin 158 Filistinlinin katledildiği “Koruyucu Hat” saldırılarını da “İsrail’in kendini savunma hakkı” olarak nitelendiren Obama’nın bu duruşu, kendisini “anti-Likud” olarak tanımlıyor olsa da, söylemlerinin havada kaldığının kanıtlarından biri olmuştu. Bütün bu gelişmelerden, İsrail’in uzlaşmaz tutumunun Obama’ya geri adım attırdığı veya Obama’nın vaatlerinin “göstermelik” olduğu çıkarımı yapılabilir.
Obama’nın ikinci kez ABD başkanı seçilmesinden sonra, Temmuz 2013’te iki devletli çözüm odaklı barış görüşmelerinin yeniden başlatıldığı açıklandıysa da (müzakere takviminin 2014’te bitmesine rağmen) taraflar arasında herhangi bir uzlaşma sağlanamadığı için görüşmeler sona erdirildi. Obama dönemindeki çözüm arayışlarına, Filistin sorununun çözümüne yönelik 2014’te BMGK’ye Ürdün tarafından sunulan fakat reddedilen barış tasarısı da eklenmekte. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı görevine gelen Senatör John Kerry de İsrail-Filistin sorununa dair diplomatik girişimler ve barış görüşmeleri çabalarında bulunmuş fakat yine bir sonuç elde edilememişti.
Filistin Obama döneminde bazı diplomatik kazançlar elde etti fakat ilginç olan, ABD’nin bu kazançların karşısında durmasıdır. Örneğin Filistin Yönetimi 29 Kasım 2012’de BM’de “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü kazandı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından kazanılan bu statü Filistin devletine egemenlik haklarını teslim etmese de Filistin devletinin de facto olarak tanınmasını ve Filistin’e Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) üye olma, cezai soruşturma açabilir hale gelme imkânı sağladı. 1 Nisan 2015’te UCM’ye resmen üye olan Filistin devletinin bu kazanımına ABD ve İsrail büyük tepki gösterdi. ABD Filistin’in de facto olarak tanınmasına tepki olarak UNESCO’ya yaptığı maddi yardımları durdurdu; İsrail ise kararı kınayarak Kudüs ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerini artırmaya devam etti.
Sonuç olarak, 44. başkan olarak seçilen Obama Ortadoğu’da yumuşak güç politikaları yürütmeye çalışırken müzakereci, barış yanlısı ve işbirlikçi söylemleriyle ümit vadetmesine rağmen hayal kırıklığı yarattı ve İsrail’e karşı takındığı sert söylemleri, estirilen soğuk rüzgarları yalanlayan İsrail yanlısı politikalarla, gerçekte bir değişimin olmadığını gösterdi. Dolayısıyla Obama döneminde ABD meseleye dair İsrail’e karşı net bir tavır takınmadı. Sadece İsrail’in sert tavrını devam ettirmesinin Ortadoğu barışını baltaladığının farkında olarak, söylem bazında bu sert tavrı kırmaya çalıştı. Obama’nın retorik düzeyinde kalan İsrail’e karşı soğuk ve mesafeli tavrı, pratikte önceki yönetimlerden farksız politikaları nedeniyle problemin çözümüne hiçbir katkı sağlamadı.
Joe Biden ve Filistin meselesi
ABD’nin 46. başkanı Joe Biden’ın İsrail’le ilişkilerde Obama dönemine benzeyen birtakım politikalar yürüttüğü söylenebilir. Önceki yönetimin dış politikasını eleştirerek değiştirme ideali ise aslında her başkanlık dönemine, her siyasal erke ait yapılagelmekte olan bir sıradanlık taşıyor. Bu açıdan şu ana dek Filistin meselesine dair Biden hükümetine ait özgün bir tezin bulunmadığı, şimdilik sadece Trump’a ve o dönem yapılanların bir kısmına muhalif olarak devam edildiği söylenebilir. Nitekim Joe Biden Trump döneminde zedelenen Amerikan imajını tazelemek ve müttefiklerin kırılan güvenini yeniden tesis etmek amacını 2020’de Foreign Affairs dergisinde kaleme aldığı makalesinde belirtmişti. Dolayısıyla bu açıdan Bush döneminin izlerini silmeye çalışan Obama ile benzer bir düzlemde ilerliyor.
İsrail hükümetiyle İran nükleer görüşmeleri nedeniyle aralarında esen soğuk rüzgarlar, iki lider arasındaki ilk telefon görüşmesinin Şubat ayında gerçekleşmiş olması, UCM’ye yönelik yaptırımlarının iptal edilmesi, Filistin’e destek fonlarının tekrar başlatılması gibi adımların, Obama çizgisine yakın fakat Trump’a muhalefeti de kapsayan politikalar olduğu söylenebilir. Buna rağmen Biden’ın ABD Büyükelçiliği’ni tekrar Tel Aviv’e taşımaması, son günlerde yaşanan vahşete karşı hem dış politikada hem de BM toplantılarında İsrail yanlısı bir tutum izlemesi ABD’nin geleneksel İsrail politikası kapsamındaki adımlardır. Buna ek olarak, Biden dış politikada demokrasi ve insan haklarını merkeze aldığını belirttiği söylemlerine rağmen, “İsrail’in ve savunma hakkının” yanında/arkasında yer aldığını ilan ederek, yani İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği insan hakları ihlallerini görmezden gelmesiyle, söylem-eylem farklılığı konusunda adeta Obama ile yarışıyor. 2016 yılında Dünya Yahudi Kongresi New York toplantısında kendisini bir Siyonist olarak nitelendiren Biden’ın, taraflara gerilimin durdurulması ve ateşkes çağrısında bulunmuş olsa da, eş zamanlı olarak İsrail’e 735 milyon dolarlık silah satışını onayladığını belirtmek gerekir. Öte yandan Biden ateşkesi desteklemek adına, taraflarla görüşmesi için Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ı bölgeye gönderdi. 24-27 Mayıs tarihleri arasında İsrail, Filistin, Mısır ve Ürdün’de soruna ilişkin temaslarda bulunacak olan Blinken’ın ziyaretlerinin bu gelişmeler ışığında ne kadar verimli olacağını kestirmek güç.
Dolayısıyla ne Trump döneminde olduğu gibi İsrail’in her isteğini gerçekleştirecek kadar sıcak ne de Obama döneminde olduğu gibi söylem düzeyinde de olsa soğuk bir tavır ortaya koyamayan Biden yönetiminin, adeta Trump ve Obama yönetimlerinin bir karışımı olduğu iddia edilebilir. Son gelişmelerle birlikte, Trump döneminde harlandırılan ateşi tamamen söndürme niyeti olduğuna dair bir işaret de bulunmuyor. Ya da Obama gibi meseleye dair bir çözüm planı, çabası olduğu da söylenemez. Elbette sergilenen bu duruşun ABD’nin İsrail yanlısı politik çizgisi, lobiler gibi pek çok köklü nedenleri var; fakat diğer yandan ABD halkından, iç siyasetten ve uluslararası arenadan ABD yönetimine yöneltilen tepkiler Biden’ı bir çeşit arada kalmışlık duygusuna itiyor. Diplomatik girişimler ve çatışmanın durması çağrıları devam ederken Netanyahu ile yaptığı telefon görüşmesinde ateşkesi desteklediğini belirten Biden, “İsrail’in kendini savunma hakkının” arkasında olduğunu da sözlerine ekledi. Bu örnek Biden’ın arada kalma durumunu açıkça gösteriyor. İç siyasette Cumhuriyetçilerin ve İsrail yanlısı tutum konusunda Cumhuriyetçilerle aynı safta duran merkez Demokratların tavrı Biden’ı epey etkilemiş görünmekte. Bunun yanı sıra Bernie Sanders, Ilhan Omar, Rashida Tlaib, Alexandria Ocasio Cortez gibi isimler başta olmak üzere Demokrat sol kanat, sosyal medya ve ana akım medyayı kullanarak Filistin konusunda halktan destek topladılar. Dolayısıyla bu durum geleneksel çizgiden çok farklı bir İsrail politikası ortaya çıkarmadığı gibi, bu sıkışmışlık durumu gün geçtikçe Biden’ı zorlayacağa benziyor. Fakat bu zorlanma ya da arada kalma durumu ABD-İsrail ittifakının, ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteğinin değişeceğine dair bir işaret de değil.
Sonuç olarak net olan şey, ulusal ve uluslararası arenada ABD’nin koşulsuz himayesinde olan İsrail’in işgalci apartheid rejiminin Biden döneminde de desteklenmeye devam edecek olmasıdır. Biden genel anlamda ABD’nin geleneksel İsrail politikasından büyük bir sapma göstermeyecek ve süregiden İsrail yanlısı tutum Filistinliler için hiçbir şey değiştirmeyecektir. Dünyada ve ABD’de yaşanan tüm gelişmeler, bu değişimin ancak halk kitlelerinin Filistin halkına desteğiyle ve İsrail hükümetinin işgalci apartheid rejimine karşı durmak konusunda hükümetlerine yapacakları baskıyla mümkün olabileceğini gösteriyor.
[Lisans ve yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi’nde tamamlamış olan Aslı Nur Düzgün İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora tez çalışmalarına devam etmektedir]