Eski Başbakan Refik el-Hariri’ye yakınlığıyla bilinen ve 2005-2009 yıllarında Lübnan’da başbakanlık görevinde bulunan Eski Lübnan Başbakan Fuad Sinyora, AA muhabirine verdiği röportajda, ülkedeki kriz durumunu değerlendirdi.
Sinyora, mevcut krize rağmen Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın damadı Cibran Basil’i gelecek cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday gösterme çabasında olduğunu ve Hizbullah’ın da ülkeyi İran’ın çıkarına kullanmak üzerine elinde bir kart olarak tuttuğunu savundu.
Ülkeyi mevcut durumdan kurtarmak için bağımsız teknokratlardan oluşacak bir hükümetin kurulması gerektiğini dile getiren Sinyora, bölgesel gelişmelere dair ise Arap bölgesindeki stratejik dengedeki boşluğun Türkiye tarafından doldurabileceğine inandığını vurguladı.
Lübnan’da ekonomik ve mali durumun kötüye gidişi
Lübnan iç savaştan sonraki en derin ekonomik ve siyasi krizini yaşıyor, bazıları da bundan sizleri sorumlu tutuyor. Bu tür suçlamalara karşı ve Lübnan’ı bu hale getiren sebeplere ilişkin neler söylemek istersiniz?
Doğru, Lübnan hem ekonomik hem de siyasi olarak büyük krizler yaşıyor. Lübnan daha önce bu büyüklükte yansımaları olan bir kriz yaşamamıştır. Ülkedeki mevcut krizin sorumluluğunu paylaşan birçok iç ve dış taraf olduğunu düşünüyorum, ancak cezasını tüm Lübnanlılar çekiyor.
Bu kriz, bir taraftan Lübnanlıların hükümetin yanı sıra Cumhurbaşkanı Mişel Avn ve tüm siyasi sisteme güvenlerinin çökmesine yol açarken diğer taraftan Arapların ve uluslararası toplumun da Lübnan’a ve geleceğine olan güvenlerinin sarsılmasına sebep oldu.
Doğrusu işin aslına baktığımızda dış etkenlerin büyük etkisini görüyoruz. Nitekim ülke, Lübnan devletinin dışındaki güçlerin hakimiyeti gölgesinde çeşitli acılar çektiği son 35 yılda 5 kez İsrail’in yıkıcı istilasına maruz kaldı.
İlk başta Filistinli grupların bir etkisi vardı, ondan sonra Suriye rejiminin varlığı oldu. Her ne kadar güvenlik olarak çekilmiş olmasa da ülkeden çıkan Suriye’nin yerini Hizbullah üzerinden İran’ın nüfuzu almış oldu.
Bahsi geçen etkenlerin yanı sıra dış baskıların etkisinde kalan yerel unsurlar da var. Bunlar da 1975-1990 yıllarındaki iç savaştan sonra sisteme entegre olma temelinden devlete sızan partilerdir. Bu partiler, devlet içinde sorumlulukla hareket etmek yerine iç savaş dönemindeki militan zihniyetle tasarruf ettiler. Dolayısıyla işlerin karışık hale gelmesiyle birlikte partiler arasında “kimlerin Lübnan’ı ele geçireceği”, “kimlerin devlette daha etkin olacağı” ve “ülkedeki gelişmeler üzerinden kimlerin daha etkili olacağı” yönünde çekişmeler başladı.
Lübnan’ın ihtiyaç duyduğu reformların hayata geçirilmesi için yıllardır birçok girişim oldu ancak her seferinde karşı çıkan muhalif görüşler, istenilen reformların gerçekleşmesine engel oldu.
Reformlar açısından Lübnan’da atılan temel adım parlamento tarafından onaylanarak Anayasa’ya eklenen ulusal mutabakat paktıdır (iç savaşı sonlandıran Taif Antlaşması).
Suriye rejimi, Taif Antlaşması’nın tamamıyla uygulanma sürecini kolaylaştırma yönünde üzerine düşen rolü üstlenmek yerine Lübnan’daki nüfuzunu ve hakimiyetini sürdürme çabalarına girdi. Suriye rejimi bu rolüyle Lübnan’ı İsrail’e karşı kullanmak için Lübnanlı grupları konumlandırma ve aralarındaki çekişme gerginliklerini sürdürmeye çalıştı. O dönemde Suriye cephesi olan Golan Tepeleri’nde sükunet hakim olurken, Lübnan’ın güneyi yanıyordu. Ayrıca Suriye rejiminin rolü sayesinde Lübnan ordusu güneyindeki bölgeye giremiyordu.
Öte yandan 1990’lı yıllarda Emil Lahud’un cumhurbaşkanlığı makamına geldiği dönemde siyasi düzeyin dışında ekonomik ve yönetim alanlarında da reformların hayata geçirilmesi için çeşitli çabalarda bulunuldu ancak bir sonuç elde edilemedi. Daha sonra merhum Refik el-Hariri’nin başbakanlığındaki 2001-2004 yıllarında da “Paris konferansları” adı altında siyasi girişimler oldu, bunlarla gerekli reformların gerçekleştirilmesi hedefleniyordu. Ama bunlar, her seferinde siyasi partiler ve arkalarında duran güçlerin engelleriyle karşılaştı. Yani Suriye rejimi veya sonrasında gelen Hizbullah.
Lübnan’da 2011’de Saad el-Hariri başbakanlığındaki hükümete yapılan darbeden sonra ise bölgede, Hizbullah’ın bölgesel çekişmelere dahil olmasına yol açan değişimler oldu. Bu da Lübnan’a çok sorunlar getirdi. Hizbullah’ın kendini ve Lübnan’ı bunlara sürüklememesi gerekirdi.
Lübnan’da 2011’den beri ekonomik, mali ve parasal durumunun kötüye gittiğini gösteren tüm parametrelerin dikkate alınması gerekiyordu.
2011’den itibaren Hizbullah’ı Lübnan’a baskıcı ve hakim bir etken olarak getiren yeni bakış açısı da ekonomiyi olumsuz etkiledi. Ekonomideki büyüme en düşük seviyelere indi ve daha sonra bütçelerde oluşan açıklar da 10 yıldır devam ediyor.
Dolayısıyla ülkedeki bu durumun, siyasi partiler arasındaki anlaşmazlıklar üzerinden etkili olan çok sayıdaki iç ve dış etkenin yanı sıra İran’ın yeni bakış açısı olan Velayeti Fakih düşüncesine dayalı bölgeye nüfuzunun sonucu olduğu görülüyor.
Sinyora’ya göre yeni hükümetin kurulmasını engelleyenler Cumhurbaşkanı Avn ve Hizbullah
Siyasi güçlerin yeni hükümeti kurma konusunda sergilediği tutumdan geri adım atmadığı bu süreçte Lübnan nereye doğru gidiyor?
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sunduğu girişimin Lübnanlı tüm taraflarca kabul edildiği ancak uygulamaya gelince herkesin eski kabinelerden farklı olmayacak bir hükümet istediğini gördük, dolayısıyla yeni hükümeti kurmaya karşı çıkıldı.
Lübnan’da yeni hükümetin kurulmasına karşı çıkanların başında Cumhurbaşkanı Mişel Avn ve damadı Cibran Basil geliyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Avn’ın mirasçısı olarak Basil’e avantaj sağlamak için 2022’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini dikkate alarak hükümete çökmek istiyorlar.
Yeni hükümeti kurmaya karşı inatlaşma sadece Cumhurbaşkanı Avn ve damadı Basil’den kaynaklanmıyor. Hizbullah da Lübnan kartını, Viyana’daki nükleer anlaşmayla ilgili müzakerelerde İran’ın çıkarına kullanmak üzere elinde tutmak istiyor.
Bizler halihazırda durgunluk halindeyiz. Yani ekonomik, mali ve parasal olarak etkileri olan güvendeki büyük çöküş nedeniyle hiçbir ilerleme katedilemiyor. Aslında çöküş sadece Lübnanlıların devlete güvenlerinde değil, Arapların ve uluslararası toplumun Lübnan’a güvenlerinde de çöküş var.
Macron’un sunduğu girişim ve bunu benimseyen dünyadaki tüm kardeş ve dostlar, “Lübnan’ın artık reformları hayata geçirecek yola girmesinin zamanı gelmiştir” diyor. Şu anda Lübnan, hem Cumhurbaşkanı Avn hem de Hizbullah’tan dolayı buna karşı çıkıyor ve sonuç itibarıyla reformları gerçekleştirecek adımları atamıyor.
Bu durumda insani yardımların dışında hiç kimse yardım etmeye yanaşmıyor. Tabii bu yetersiz. Lübnan’ın güvenini geri kazanması ve devlet makamlarındaki itibarını yeniden elde etmesi için yapılması gereken çok işler var. Aynı zamanda Lübnan Anayasası’nın itibarının da geri kazanılması ve ulusal mutabakat paktının tamamlanması gerekiyor.
Bu arada Arap ve uluslararası meşruiyet ile Lübnan’ın yargı bağımsızlığına da saygı duyulması gerekiyor. İşte tüm bunlar mevcut durumun kötüleşmesinin sebepleridir.
Şu zorlu dönemde sorumluluğu üstlenmesinin yanı sıra gerekli reformları hayata geçirmek ve Lübnanlılar ile Arap ve uluslararası topumun güvenini geri kazanmak için Saad el- Hariri’nin başbakanlığında mevcut siyasi partilerin yer almadığı bir bağımsız hükümetin kurulması bekleniyordu ancak bu henüz gerçekleşmedi.
Lübnanlılar 17 Ekim 2019’de sokağa döküldüklerinde yeni hükümetin ne şekilde kurulacağını dillendirdiler. O gösterilerin ikinci haftasında bir üniversite öğrencisinin “Ben bir Hristiyan veya Müslüman olarak değil, bir vatandaş olarak haklarımı talep ediyorum” şeklindeki ifadeleri, duyduğum en güzel sözler olmuştu. Aslında Lübnan’ın sivil bir devlet olduğunu teyit eden Lübnan Anayasası ve ulusal mutabakat paktı da bunu belirtiyor.
17 Ekim 2019’da sokağa dökülen insanlar, Beyrut Limanı’ndaki patlamadan sonra ülkeyi ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile bir araya gelerek, Lübnan’da bağımsız teknokratlardan oluşan ve siyasi sorunları aşacak yeni yaklaşıma sahip bir hükümetin kurulması yönündeki taleplerini dillendirdiler. Macron’un girişimi de Lübnanlıların söz konusu taleplerini yansıtıyor.
Aslında Lübnan’da 2008’den beri hükümetler ulusal birlik adı altında kuruluyor ancak bu, Hizbullah ve İran’ın Lübnan devletine çökmesi için kullanılan bir araçtır. İşte bizi bu aşamaya getiren bunlar oldu. Ulusal birlik adı altında kurulan kabineler, parlamentodaki tüm partileri temsil ediyor. Dolayısıyla parlamentonun hükümetten hesap sorması veya çoğunluğun azınlık tarafından denetlendiği mekanizma olmadı.
Mevcut durum sürdürülmeye elverişli değil. Şu anda Lübnan’da olanlar büyük bir patlamanın faktörünü oluştururken, reformlara karşı inatlaşma devam ediyor.
Lübnanlılar, 2016’daki siyasi anlaşmayla (Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan anlaşma) yeni bir vizyonun oluşmasını temenni ediyordu. Tabii bunun olmayacağını bildiğimden o zaman Mişel Avn’ın cumhurbaşkanı seçilmesine oy vermemiştim. Çünkü kendisinin (Avn), 1989’da hükümetin ve parlamentonun kararıyla onaylanan Taif Antlaşması’na karşı isyan çıkaran düşünceyi hala benimsediği görüşündeydim.
Lübnan’da 2016’dan itibaren kötüleşmeye başlayan durum 17 Ekim 2019’da patlak verdi, 4 Ağustos 2020’de Beyrut Limanı’nda meydana gelen korkunç patlamayla daha da kötüleşti ve sonrasında da yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının etkileri baş gösterdi. İç ve dış faktörlerin etkileri ile reformlara karşı direnen siyasilerin tutumu gölgesinde Lübnan devleti, maruz kaldığı şoklara karşı koyma rolünde yetersiz kaldı.
“Cumhurbaşkanı Avn ve Hizbullah’ın benimsediği zihniyet değişmeden bir gelişme olmaz”
Lübnan’da yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen Hariri, kabineyi oluşturma çabaları kapsamında Rusya’dan Vatikan’a kadar birçok ülkeyi ziyaret etti. Bazıları da Hariri’nin bu çabalarını dışarıda değil, ülke içindeki taraflarla sürdürmesi gerektiğini söylüyor. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Lübnan’ın dünya ile ilişkilerinde uğradığı kayıpların yanı sıra Arap ve uluslararası toplumun Lübnan’a olan güvenindeki çöküşten sonra Hariri’nin içerde devam eden siyasi inatlaşmanın gölgesinde dış ülkelerin görüşlerine başvurması kaçınılmazdı. Nitekim çok sayıdaki Arap ve yabancı ülkenin Lübnan’a verdikleri önem de yeni hükümetin kurulmasıyla doğrudan reformlara başlanması gerektiğini gösteriyor.
Şüphesiz yeni hükümeti kurmakla görevli Hariri’nin gerçekleştirdiği ziyaretler sonuç veriyor. Bu ziyaretler kapsamında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi ile görüşen Hariri, Birleşik Arap Emirlikleri’ni (BAE) ve ondan önce Fransa’yı ziyaret ettiği gibi dünyanın diğer ülkeleriyle de iletişim halindedir.
Hariri son olarak Vatikan’ı ziyaret etti ve özellikle içeride birilerin yeni hükümeti kurma konusundaki anlaşmazlıkları mezhepsel sorunlar gibi göstermeye çalıştığı bu dönemde çok önemliydi. Nitekim işin gerçeğinde insanlar şeffaf, adil ve akılcı bir yönetim istiyor. Ancak şu ana kadar hala bu gerçekleşmediği gibi içerideki inatlaşma da sürüyor. Cumhurbaşkanı Avn ve Hizbullah’ın benimsediği zihniyet değişmediği sürece bir gelişmenin olması mümkün değil.
“Lübnan büyük çöküşün gerçekleşeceği ana yaklaşmış durumda”
Katar, Mısır ve Arap Birliği yetkilileri bu süreçte Lübnan’a ziyaretlerde bulundu. Arap yetkililerin ziyaretleri bir sonuç verdi mi, neler söylemek istersiniz?
Arap yetkililerin Beyrut’a gerçekleştirdiği son ziyaretler de Arap ülkelerinin, Lübnan’a verdikleri önemi gösteriyor. Çünkü gerçekten Lübnan büyük çöküşün gerçekleşeceği ana yaklaşmış durumda, bu çöküşün etkileri de hem Lübnan hem de Lübnanlılar için tehlikeli olacaktır.
Ayrıca bu çöküşün arkasında bırakacağı tehlikeleri dikkate almamanın da içeride büyük etkileri olacaktır. Bunların bir de bölgesel yansımaları olacak. Bu nedenle hem Araplar hem de dünyadaki dostlarımız bu sorunları aşmamızı ve Lübnan’a yardım etmek istiyorlar.
“İran, bölgeye yönelik ajandası için Hizbullah’ı kullanıyor”
İran, ABD ile nükleer anlaşma konusuyla ilgili müzakerelerde istediği sonucu elde edemezse Hizbullah’ı İsrail’le gerginlik çıkarmaya sürükler mi?
Nükleer anlaşma konusunda ABD ile müzakerelerin ne yönde evrileceğini tahmin etmek biraz zor. Ancak şu ana kadar edindiğimiz tecrübeye göre İran, bölgeye yönelik ajandası için Hizbullah’ı kullanıyor ve bu çok normal bir durum. Nitekim İran, Hizbullah’ı Suriye, Irak ve Yemen’e müdahale için kullandı. Aynı zamanda Irak, Suriye ve Yemen’de Hizbullah’a benzer örgütler de oluşturdu.
İran, bunlarla baskılara karşı kendisini koruduğunu düşünüyor. Ama kendisine yönelik baskıların sebebi de İran’ın bölgeye yönelik müdahaleleridir. Nitekim İran’ın bölgeye yönelik müdahaleleri, uluslararası anlaşmalara aykırı siyasi sınırların ötesine uzanan Velayeti Fakih denilen düşüncenin bir sonucudur.
Halihazırda içinde bulunduğumuz koşullar son derece zor ve tehlikelidir. İran’ın ülkeler üzerine uyguladığı bu politikanın sürdürülmesi mümkün değil. Bu durum daha çok istikrarsızlıklara ve gerilime yol açıyor. Dolayısıyla bu durumun devam etmesinin imkanı yok. Bu nedenle İran’ın, komşuları ile saygı ve dostluk çerçevesinde ilişkiler kurma konusuna yeni bir bakış açısıyla yaklaşması gerektiğine inanıyorum.
İran’ın bağımsız saygın bir devlet olması, Arap ülkeleri ile doğru ve güçlü ilişkiler kurulmasına hiç kimse karşı çıkmıyor. Ancak bu, Lübnan’ın iç işlerine veya Arapların iç işlerine müdahale temeline dayalı olmamalı. İşte Lübnan ile İran arasındaki veya Arap ülkeleri ile İran arasındaki ilişkilerin üzerine inşa edileceği kural budur.
Ancak İran’ın bölgede polis rolüne devam ederek diğer ülkelere nüfuz etmesinin sürdürülemeyeceğine inanıyorum. Nitekim tarih, bu bölgeden birçok insanlar ve devletlerin geçtiğini ancak hepsinin sonunun belli olduğunu bize gösteriyor.
“Türkiye’nin bölgedeki stratejik boşluğu dolduracağı kanaatindeyim”
Mısır başta olmak üzere Türkiye ile Arap ülkeleri arasında son zamanlarda oluşan olumlu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye ile Arap bölgesini birleştiren birçok şey olduğuna inanıyorum. Bu ilişkiler (Türkiye ile Arap bölgesi arasındaki ilişkiler) samimi dostluk ve ortak çıkarlar üzerine inşa edilmelidir. İş birliğinin sağlanabileceği çok alanlar söz konusu. Türkiye de Arap bölgesiyle ortak çıkarlar üzerine bağlarını güçlendirecek samimi dostluk elini uzatma imkanlarına sahiptir.
Türkiye ayrıca Arap bölgesine yeni yaklaşımıyla bölgede daha iyi, yeni bir stratejik dengenin sağlanmasına katkı sunabilir. Ki bölgede varlık gösteren düşman İsrail, hala bir taraftan bölgeye yönelik diğer taraftan da Filistin davasına yönelik durdurulamayan saldırganlığını sürdürüyor ve Arap Barış Girişimi ile Filistin meselesiyle ilgili uluslararası kararları göz ardı ediyor.
İsrail’in devam eden saldırıları var. Ayrıca İran ile Arap ülkeleri arasında büyük bir ihtilaf var. Bu ihtilaf ve İran’ın Arap ülkeleri ile muamelesi, Arap bölgesindeki stratejik dengede bir boşluk oluşturdu. Türkiye’nin bölgedeki bu stratejik boşluğu dolduracağı ve kendisinin iyiliğine olacak büyük bir rol üstlenebileceği kanaatindeyim.
Türkiye, son 20 yılda siyasi, ekonomik ve üretim gibi birçok alanda büyük ilerlemeler katetti. Akdeniz de bizleri Türkiye ile birleştiriyor. Dolayısıyla herkesin çıkarına olacak çok büyük iş birliği alanları söz konusu. Tabii bunlar karşılıklı saygı duyma ve birbirlerinin iç işlerine karışmama ile olur.
Bu nedenle Türkiye’ye büyük bir rol düşüyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da liderliğini, üstleneceği bu rol ile taçlandırabilir. Bu rol, ekonomik ve politik ilişkileri güçlendirmek için tüm Arap bölgesindeki ülkelerle samimi ilişkileri inşa etmenin dönüm noktası olabilir.
Türkiye ile Mısır arasındaki olumlu gelişmeler ile Libya’da sorunun çözülmesi için atılan adım çok önemli. Bu nedenle o adım, hem Türkiye hem de Arap bölgesinin iyiliğine olacak, istikrarı güçlendirecek ve İsrail’in bölgede dizginlenmeyen tasarruflarını düşürecek şekilde önemsenmeli ve doğru bir yatırıma dönüştürülmelidir.