Akademisyenler, Ege Adaları ve Oniki Ada’nın tarihsel süreçteki durumunu ve yaşanan son gelişmeleri AA muhabirine değerlendirdi.
Emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Cevdet Küçük, Menteşe ve Güney Sporat adaları gibi isimlerle de anılan adalar grubunun İtalyan işgaline uğrayan bölümüne Dodeca-nissas yani Oniki Ada denildiğini belirterek, bu adaların, Batnoz (Patmos), Lipso, Leryoz (Leros), Kilimli (Kalimnos), İstanköy (Kos), İstanpulya (Astropalya), İncirli (Nisiros), İlyaki (Tilos), Sömbeki (Simi), Kerpe (Karpatos), Herki (Halki) ve Kaşot (Kasos) olduğunu anlattı. Küçük, Anadolu’nun devamı olan kıta sahanlığı üzerindeki adaların fiziki bakımdan Anadolu’nun bir parçası olduğuna işaret etti.
Rodos ve Oniki Ada’nın 1522’de Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedildiğini dile getiren Küçük, Rusların 1770’de Ege Denizi’ndeki faaliyetlerinin adalardaki asayişin sarsılmasına yol açtığını kaydetti.
Prof. Dr. Küçük, Osmanlı hakimiyetindeki adalara ilk saldırının, Libya’daki çıkarları için 1911’de Osmanlı Devleti’ne savaş açan İtalya’dan geldiğini dile getirerek, bu ülkenin 1912’de toplam on altı adayı işgal ettiğini belirtti.
“Londra Barış Konferansı’ndan bir sonuç alınamadı”
İtalya ile Osmanlı Devleti arasında 15-18 Ekim 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması ile Osmanlı’nın Trablusgarp’tan çekilmesi halinde İtalya’nın işgal ettiği adaları kayıtsız şartsız boşaltmasının kararlaştırıldığını belirten Küçük, ancak İtalyanlar, Osmanlı askerinin Trablusgarp’tan çekilmediğini ileri sürerek adaları tahliye etmediğini aktardı.
Prof. Dr. Küçük, Yunanistan’ın da 20 Ekim-20 Aralık 1912 tarihleri arasında Bozcaada, Limni, Taşoz, Gökçeada, Bozbaba, Semadirek, İpsara, Ahikerya, Sakız ve Midilli adalarını ele geçirmesinin ardından 23 Aralık 1912’de düzenlenen Londra Barış Konferansı’ndan bir sonuç alınamadığını ifade etti.
Küçük, adaların geleceğinin tayini konusunun Londra Anlaşması ile havale edildiği “Süfera Konferansı”nda meselenin uzun tartışmalara yol açsa da bir çözüm üretilemediğini kaydetti.
“Fransa, Meis Adası’nı ele geçirdi”
Osmanlı hükümetinin, Oniki Ada’dan bazı adaların kendisine verilmesi karşılığında işgal ettiği adaları iade edebileceğini söyleyen Yunanistan’la ikili görüşmeleri sürdürürken 1. Dünya Savaşı’nın başladığını aktaran Küçük, şunları kaydetti:
“İtilaf devletleri İtalya ile savaşa katılması karşılığında kendisine Rodos, Oniki Ada ve Antalya’nın verilmesini öngören 26 Nisan 1915 tarihli Londra Antlaşması’nı imzaladı. İtalya 22 Ağustos 1915’te Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ederken Uşi Antlaşması’nın kendisine yüklediği yükümlülükleri feshettiğini, Rodos ve Oniki Ada’dan çekilmeyeceğini açıkladı. Fransa, Yunan idaresine karşı ayaklanan halkın daveti üzerine 30 Aralık 1915’te Meis Adası’nı ele geçirdi.”
Sevr Antlaşması ve İtalya-Yunanistan arasında imzalanan Bonin-Venizelos Mutabakatı ile adaların iki ülke arasında paylaşılmaya çalışıldığını ifade eden Küçük, “İtalya, Yunanistan’ın Türkiye tarafından yenilgiye uğratılması üzerine 8 Ekim 1922’de Bonin-Venizelos Mutabakatı’nı feshettiğini ve adaların kendi himayesinde olduğunu açıkladı. Böylece Londra Antlaşması ile Yunanistan’a devredilen Girit hariç Osmanlı Devleti’nin adalar üzerindeki egemenlik hakları kaldırılmamış oldu.” diye konuştu.
Müttefikler Sevr’den farksız bir tasarı hazırladı
Prof. Dr. Küçük, Lozan Konferansı’nın başlamasının ardından Rodos ve Oniki Ada dışındaki adaların geleceğinin tartışılmaya başlandığını dile getirerek, Türk heyetinin, görüşlerini Misak-ı Milli’ye ve 14 Şubat 1914 tarihli Süfera Konferansı kararına dayandırdığını dile getirdi.
Heyete başkanlık eden İsmet Paşa’nın, büyük devletlerin 1914’te Yunanistan’a verdiği altı adayı geri almak için çalışan Babıali’nin tezlerini aynen savunduğunu bildiren Küçük, buna karşın adaların Türkiye’ye iade edilmesi yerine askerden arınmış özerk ve tarafsız bir yönetime kavuşturulmasını istediğini kaydetti.
İsmet Paşa’nın İmroz ile Bozcaada’nın 1914’te Türkiye’ye bırakılmasını ve Anadolu sahillerine yakın adacıklarla Semadirek’in Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunduğunu anlatan Küçük, şunları aktardı:
“Müttefiklerin, uzlaşma sağlanmadan hazırladıkları 160 madde ve dokuz ek sözleşmeden oluşan antlaşma metni tasarısı, Sevr Antlaşması’ndan pek farklı değildi. 15. maddeye göre Rodos, Oniki Ada ve onlara bağlı adacıklarla Meis Adası İtalya’ya veriliyordu. 23 nisan 1923’te başlayan ikinci safha görüşmelerinde ise Bozcaada’ya bağlı Merkep adaları da Türkiye’ye iade edildi. Fakat 15. maddede değişiklik yapılarak Meis Adası’nın da Türkiye’ye iade edilmesi talebi uzun tartışmalara sebep oldu. İsmet Paşa baskılar karşısında, Meis Adası Anadolu’nun karasuları dahilinde olduğu halde Türk heyetinin dünya barışına yardım etmek amacıyla ada için yazdığı kayıtlardan vazgeçtiğini bildirmek zorunda kaldı.”
“Almanların gayriresmi teklifi, Türkiye’yi Almanların safında savaşa çekme tuzağı da içeriyordu”
Prof. Dr. Küçük, Lozan Barış Antlaşması imzalanıp TBMM tarafından onaylanmasının ardından İtalya’nın da resmen egemenliğine aldığı Rodos, Oniki Ada ve Meis’i, “İtalyan Ege adaları” ismiyle idari bir birlik haline getirerek topraklarına kattığını ifade etti.
Türkiye ve İtalya arasında 4 Ocak 1932’de “Cihet-i aidiyeti hakkında itilaf-name” adıyla yedi maddelik bir antlaşma ile Karaada’nın Türk hakimiyetine bırakıldığını bildiren Küçük, Meis Adası’na bağlı adacıkların ise iki devlet arasında pay edildiğini söyledi.
Küçük, İtalya’nın 2. Dünya Savaşı’nda Almanya tarafında yer almasıyla birlikte Ege adaları meselesinin tekrar tartışılmaya başlandığını vurgulayarak, İtalyan egemenliğindeki adaların savaş sırasında önce Almanların, ardından İngilizlerin eline geçtiğini söyledi.
Almanların adaları boşaltırken Türkiye’ye yaptıkları “adaları işgal etme” teklifinin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından reddedildiği yönündeki iddiaları da değerlendiren Küçük, “Söz konusu teklif, resmi bir teklif değildi. Almanların savaşı kaybetmeye başladığı dönemde yapılan bu gayriresmi teklif, Türkiye’yi Almanların safında savaşa çekme tuzağı da içeriyordu. Bu yüzden teklif kabul edilebilir değildi.” ifadelerini kullandı.
“Türk nüfusunun bir bölümü adaları terk etmek zorunda kaldı”
Prof. Dr. Küçük, 10 Şubat 1947’de imzalanan ve Türkiye’nin temsil edilmediği Paris İtalyan Barış Antlaşması ile Rodos, Oniki Ada ve Meis, Yunanistan’a devredildiğini belirterek, şu görüşleri dile getirdi:
“Lozan Antlaşması’nın Anadolu kıyılarına yakın adaların askerden arındırılması hakkındaki hükmüne göre, Yunanistan’ın bu adalarda askeri üsler ve yığınak yapamayacağı maddesi kabul edildi. Yunanistan bu adaları Dodecanese adıyla bir idari bölüm halinde topraklarına kattı. 35 yıl İtalyan tabiiyetinde yaşayan Oniki Ada Türkleri yeniden tabiiyet değiştirmek veya topraklarını terk etmek durumunda kaldı. Yunanistan’da 1953’te çıkarılan Turizm Kanunu ile Türklerin arazileri üzerine turistik tesisler kuruldu. Topraklarını kaybeden ve baskıya maruz kalan Türk nüfusunun bir bölümü adaları terk etmek zorunda kaldı.”
“İngiltere, kontrol edilebilir bir pozisyonda gördüğü Yunanistan’ı tercih etmiştir”
Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İsmail Ediz de Oniki Ada’nın doğuya açılan bir kapı niteliğinde olduğunu ifade ederek, “Oniki Ada, Çanakkale ve Süveyş’e giden rota üzerinde kilit nokta konumunda bulunmaktadır. Askeri üs niteliğinde olan adalara yerleştirilecek silahlar, Doğu Akdeniz’e hakim olmak isteyen devletlere önemli bir avantaj sağlamaktadır.” dedi.
Adaların Akdeniz’de ortaya çıkabilecek herhangi bir çatışma durumunda transfer olanaklarını güçlendiren bir konumu bulunduğunu bildiren Ediz, Yunanistan’ın I. Dünya Savaşı sırasında Ege’nin kuzeyinde bulunan adaları üs olarak İngiltere’nin kullanımına açarak Çanakkale harekatını İtilaf güçleri açısından mümkün kıldığını belirtti. Ediz, bu adaların savaş boyunca İtilaf devletlerinin Akdeniz donanmasının merkezi konumunda olduğunu anlattı.
Adaların tarih boyunca Akdeniz ve Karadeniz ticareti açısından önemli bir yere sahip olduğunu belirten Ediz, Oniki Ada’nın bütün bu özellikleriyle siyasi ve ekonomik olarak Batılı güçler için büyük önem arz ettiğini, bu sebeple de kolaylıkla uluslararası bir soruna dönüşebildiğini kaydetti.
Ediz, uluslararası siyasette yaşanan gelişmelere göre dış politikasını sürekli güncelleyen İngiltere’nin, Oiki Ada dahil olmak üzere Ege’nin nihai statükosunu belirleyen güç olduğunu dile getirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1947’de imzalanan Paris Anlaşması’yla Oniki Ada’nın Yunanistan’a verildiğini hatırlatan Ediz, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Süreç, İngiltere’nin adaların statükosu konusundaki kararlı tavrının bir göstergesidir. İngiltere bölgedeki siyasi ve ekonomik çıkarlarını hiçbir zaman riske atmamış ve adalar konusunda net bir sonuç elde etmiştir. Sevr ile Türkiye’nin Akdeniz ile bağlantısını tamamen koparmaya çalışan İngiltere, Yunanistan’ın Anadolu’da başarısız olduğu bir durumda bile Oniki Ada ve Kıbrıs konusundaki ısrarcı politikasını sürdürmüştür. Adaları bölgedeki çıkarları için önemli bulan İngiltere, Türkiye ve İtalya’yı birer tehdit olarak algılarken Yunanistan’ı yönetilebilir ve elde tutulabilir olarak görmüştür.”
Doğu Akdeniz’deki adaların tamamının statükosunun büyük devlet aklıyla belirlendiğini öne süren Ediz, Yunanistan’ın ise bu noktada ancak bir vekil görevi icra ettiğini savundu.
Bu durumun bugün de hiç değişmeden devam ettiğini aktaran Ediz, şunları kaydetti:
“Adalar konum itibarıyla Türkiye’nin uluslararası güvenliği açısından açık bir tehdittir. Yunanistan’ın adaları silahlandırması başta Lozan olmak üzere çeşitli uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmış statükonun ihlali anlamına gelmektedir. Üstelik Doğu Akdeniz’deki son gelişmeler yakın gelecekte çok daha köklü değişikliklerin yaşanabileceğinin habercisidir. Bölgeye hakimiyet konusunda ortaya atılan siyasi ve ekonomik argümanlara ek olarak son dönemde ortaya çıkan enerji bileşeni bölge üzerine yapılagelen kavgaların şiddetini katlayacak niteliktedir. Bu durumda Türkiye’nin sahada ve masada doğru pozisyon alabilmesi ciddi bir hesap işini, yüksek teknik kapasiteyi, geniş bir arka plan bilgisini ve istihbarat ağını gerektirmektedir.”
“Meis’e asker çıkarılması Paris Anlaşması’nın ihlal edildiğini göstermektedir”
Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi Mustafa Başkara, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırmama durumunun 3 farklı uluslararası sözleşme metni ile teminat altına alındığını söyledi.
Adalara asker çıkarmanın uluslararası antlaşmalara aykırı olduğunu belirten Başkara, şu ifadeleri kullandı:
“Lozan Barış Anlaşması’nın 13. maddesi ile ve sonra Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile adaların isimleri de sayılmak suretiyle askerden arındırılacağı hüküm altına alınmıştır. 1947 yılında, Oniki Ada Paris Anlaşması ile gayrıaskeri statüye sokulmak kaydıyla Yunanistan’a verilmiştir. Bu bağlamda Yunanistan’ın adaları silahlandırma ve adalara asker çıkarma girişimleri açık bir şekilde uluslararası hukukun ihlalidir. Yunanistan’ın Meis Adası’na asker konuşlandırdığına ilişkin bilgiler de Paris Anlaşması’nın ihlal edildiğini göstermektedir.”
Yunanistan’ın 1936’dan bu yana uygun zemin bulduğunda ya da siyasi gerilimi artırmak için karasularını 12 mile çıkarma çabasında olduğunu ifade eden Başkara, Kıbrıs Barış Harekatı ve Kardak Krizi’ni örnek gösterdi.
Yunanistan’ın karasularının genişliğini 12 mile çıkardığı anda Ege Denizi’nin yüzde 70’ini karasuları ile kapladığını belirten Başkara, “Bu durumda Türkiye’nin karasuları alanı da yüzde 10’a kadar düşüyor. Ege denizindeki açık deniz alanı ise oldukça sınırlanıyor. Bu durum sadece Türkiye’nin deniz alanlarını olumsuz etkilemiyor, tüm dünya ülkelerinin Ege’deki açık deniz alanlarından faydalanmasını olumsuz etkiler. Ayrıca, söz konusu durum Türkiye’nin açık denizlere açılmasını büyük ölçüde engelleyecek sonuçlar doğuracaktır.” diye konuştu.
Türkiye’nin Yunanistan’ın karasularını 12 deniz miline çıkarması durumuna karşı 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmadığını bildiren Başkara, şöyle devam etti:
“Türkiye, sözleşmenin adaların 12 deniz mili karasularına sahip olabilmesine olanak tanıyan hükmünün bir uluslararası örf ve adet hukuku kuralına dönüşmesini engellemek için her platformda bu maddeye olan itirazını dile getirmektedir. Türkiye bu şekilde uluslararası hukuk uygulamaları ve Uluslararası Adalet Divanı kararları ile aynı minvaldeki tutumunu korumaktadır. 1982 tarihli sözleşmenin ilgili hükmü Türkiye’nin kararlı ve istikrarlı itirazları sayesinde Yunan adalarının 12 deniz mili karasuları genişliğine çıkarılması için bir dayanak teşkil etmeyecektir. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması Lozan’da öngörülen Ege’den eşit şekilde yararlanılması dengesini ortadan kaldıracak bir hamle olacaktır.”
“AB’nin tutumu kuruluş felsefesine aykırıdır”
Başkara, Yunanistan’ın zaman zaman gündeme getirdiği karasularını 12 deniz miline çıkaracağına dair provokatif söylemlerine karşı Türkiye’nin, 1995’te Kardak Krizi döneminde, TBMM’de tüm partilerin katılımıyla Yunanistan’ın Ege’de karasularını 12 deniz miline çıkarması durumunda bunu savaş nedeni sayacağına dair mutabakatını hatırlattı.
Avrupa Birliği’nin (AB) tutumunu da değerlendiren Başkara, AB’nin her fırsatta, uluslararası hukuka rağmen, Yunanistan’ı destekleyici tutum sergilediğini belirterek, şunları aktardı:
“AB’nin bu tutumu AB’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. AB, birliği oluşturan kara ülkelerinin kara sınırları ile sınırlı bir yetki ile oluşturulmuş yapıdır. AB’nin deniz alanı sınırlarından söz etmek mümkün değildir. Keza hiçbir AB metninde AB’nin deniz alanı sınırlarına dair herhangi bir hüküm de yer almamaktadır. Bu bağlamda AB’nin ve AB yetkililerinin Doğu Akdeniz ve Ege konularında bir tarafı destekleyici tutum sergilemelerinin hem iç mevzuatlarında hem de uluslararası hukukta bir zemini yoktur. AB’nin bu konudaki tutumu hukuki değil, siyasidir. Sorunu çözüme sevk etmekten çok çözümsüzlük sarmalına hapsetmektedir. AB’nin tutumu, uluslararası hukukun Akdeniz ve Ege gibi kapalı ve yarı kapalı denizler için öngördüğü ve Türkiye’nin de her fırsatta dile getirdiği ‘iş birliği’ odaklı çözümden tarafları uzaklaştırmaktadır.”
Dr. Başkara, Yunanistan’ın adımlarının uluslararası hukukun temel ilkeleri ile çeliştiğini dile getirerek, bunun, Türkiye’nin de taraf olduğu Lozan ve Paris Anlaşmaları ile güvence altına alınan mevcut sistemin işlerliğini de tehlikeye attığını vurguladı.