Libya krizinin çözümü için bir platform olarak belirlenen İkinci Berlin Konferansı “genel seçimler” ve “yabancı güçlerin ülkeden çekilmesi” gündemiyle 23 Haziran’da yeniden toplandı. Hatırlanacağı üzere 19 Ocak 2020’de ilk konferans düzenlenmiş ve sonrasında Birleşmiş Milletlerin (BM) koordinasyonu ile geçiş hükümeti kurulmuş ve seçimlerin tarihi de 24 Aralık 2021 olarak belirlenmişti. Abdulhamid Dibeybe hükümeti iktidarı devraldıktan sonra bir yandan acil hizmetlerin sağlanması için çalışırken bir yandan da seçimler için uygun koşulları sağlamak amacıyla işe koyuldu. Bu anlamda hükümetin işi çok zordu fakat kısa sürede kayda değer bir performans sergileyerek ümit verdi. Ekonomik ve sosyal birçok krizle uğraşan hükümetin üstesinden gelmesi gereken büyük sorunlar hala yerinde duruyor. Bunların başında da ülkenin siyasi olarak bölünmesi, Hafter tehdidinin devam etmesi ve silahlı yapıların güvenlik birimlerine dönüştürülmesi geliyor. Başbakan Dibeybe ve ilgili bakanlar bu konularda ilerleme sağlamak için birçok uluslararası aktörle defalarca görüştüler. Ancak yeni ekonomik çıkarlara odaklanan birçok uluslararası aktörün jenerik ifadelerle verdiği destek sahaya yansımadı. Bu durumun en somut göstergesi Birinci Berlin Konferansındaki geniş uzlaşıya rağmen Hafter’e bağlı yabancı paralı milislerin, Wagner paralı askerlerinin varlığını koruması ve bunların finansörlüğünün devam etmesi.
Türk askeri varlığı ile Libya’daki yabancı paralı askerler arasında uluslararası hukuk, taşıdıkları misyonlar ve Libya’daki kabulleri açısından çok temel farklar var. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında Türk askeri varlığının Libya hükümeti tarafından davet edilmiş olması nedeniyle meşruiyeti tartışmaya açık değil.
Sonuç bildirgesinden anlaşılacağı üzere İkinci Berlin Konferansı da ağırlıklı olarak bu konulara odaklandı. Güvenlik sektörünün reforme edilerek birleşik, sivil ve gözetime tabi bir otoriteye sıkı bir şekilde bağlı olması, insan hakları ihlalleri ile uluslararası hukuka yönelik ihlallerin ele alınması, geçiş dönemi adalet sürecinin başlatılması, geçmişteki çatışmaların geride bırakılmasına yönelik çağrıların yadırganacak bir tarafı yok. Bunların yanı sıra en sık tartışma konusu olan ve konferansın da odağındaki esas konular ise “24 Aralık seçimlerinin belirlendiği şekilde gerçekleşmesi için gerekli anayasal ve hukuki düzenlemeler uygulanması”, seçimlerin zamanında yapılması ve ülkedeki yabancı güçler ve paralı askerlerin gecikmeksizin Libya’dan çekilmesi idi. Türkiye Libya’da görevli eğitmen ve danışmanlarının gayrimeşru paralı askerlerle aynı kefeye konulduğu gerekçesiyle haklı olarak bu son maddeye çekince koydu.
Soyut ilkeler politikaya dönüşür mü?
Bildirgede yer alan başlıca çağrı ve tavsiyeler ilkesel olarak reddedilecek bir çerçeveye sahip değilmiş gibi bir izlenim veriyor. Fakat temek zorluk bu çerçevenin somutlaştırılması, siyasi bir sürece dönüştürülerek hayata geçirilmesi. Bildirgede ortaya konulan ilkeler ve soyut anlamda yapılan çağrıların gerçek koşullar çerçevesinde yorumlanması arasında ciddi bir makas farkı var. Birkaç örnek vermek gerekirse; bildirgede seçimlerin yapılması gerektiği ifade edilirken, bunun önündeki temel zorluklar görmezden geliniyor. Libya’nın bütünlüğüne vurgu yapılırken, bu anlamda tehdit oluşturan güçler gözden kaçırılıyor. İnsan hakları ve adalet kavramları gelişigüzel kullanılırken, toplu katliamların failleri zikredilmiyor. Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) finanse ettiği paralı savaşçılar ile Libya’da siyasi sürecin başlamasını mümkün kılan Türk askeri varlığı aynı cümle içinde zikredilerek eşitlenmeye çalışılıyor. Bu tablo konferansın iyi niyetine rağmen, somut sonuçlara varmasının neden çok zor olduğunu da gözler önüne seriyor. Sonuç olarak sahadaki gelişmeler iyi niyetli açıklamalar ve ilkesel doğruculukla değil, politik irade ve iktidar araçları ile şekillenecek.
Türkiye, hükümetinin kararlılığı, güvenlik kurumlarının kapasitesi ve Libya politikasına destek veren geniş kamuoyu desteği ile Doğu Akdeniz’deki varlığını da Libya’daki misyonunu da devam ettirecektir.
Konferansa katılan ve “Libyalıların öncülüğünde BM tarafından yürütülen siyasi sürece ve Libya’nın egemenliğine, bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve ulusal birliğine olan güçlü bağlılıklarını yineleyen” uluslararası aktörlerin de sınavı burada başlıyor. Nitekim konferansın ardından yapılan açıklamalara bakıldığında, neredeyse tüm aktörlerin sonuç bildirgesindeki maddeleri kendince yorumlamaya devam ettiğini ifade etmek mümkün. Bu kapsamda en dikkat çekici açıklama ise Hafter’den geldi. Konferansın ardından sosyal medyaya yansıyan açıklamalarında Hafter, “Seçimlerin vaktinde yapılmaması halinde gerçek savaş anının geleceğini ve Trablus’u kurtaracaklarını” söyledi. Bu ifadeler bile aslında Libya’daki siyasi koşulları açık bir şekilde ortaya koyuyor ve Berlin Konferansında çizilen çerçevenin neden kolay kolay somutlaşamayacağına işaret ediyor.
Hafter’in sözleri, kendisinin öncülük ettiği yabancı milis kuvvetlerinin ve bunların Libya’nın siyasi ve ülkesel bütünlüğüne bir tehdit olmaya devam ettiklerine dair açık işaretler. Başka bir deyişle Hafter, sahip olduğu askeri kapasite, niyet ve arkasındaki yabancı güçlerle genel anlamda Libya için, daha özelde ise BM gözetimindeki mevcut geçiş sürecinin başarıyla sonuçlandırılması açısından bir tehdit olduğunu gösteriyor. Hafter’in bu çıkışını, seçimlerde aday olma isteğine bağlayan yorumlar da mevcut. Ancak Hafter’in bu yaklaşımında somutlaşan tehdit, seçim süreci ve kendi adaylığını dayatmanın ötesinde boyutlara işaret ediyor. Dolayısıyla eğer Libya siyasi geçiş süreci BM ve Berlin Konferanslar dizisinin çizdiği çerçevede başarı ile sonuçlanacaksa öncelikle Libya’daki gerçek ve somut tehditlerin elimine edilmesi gerekiyor. Hafter -işbirliği yaptığı yerli ve dış destekçileri sayesinde- emrindeki yabancı paralı savaşçılarla, arkasındaki gayrimeşru dış desteklerle, işlediği cürümler ve toplu sivil katliamlarıyla, Libya’yı ikiye bölen siyasi irade desteği, darbeci yöntemleri ve her an harekete geçerek yeniden iç savaş yaratma potansiyeli ile Berlin Konferanslarında belirlenen tüm ilkeleri çiğnemeye devam ediyor.
Türkiye’nin pozisyonu
Türkiye ilkesel olarak ne BM’nin misyonuna ne de Berlin Konferanslarındaki çerçeveye (şerh koyduğu madde hariç) itiraz ediyor. Dahası, Libya hükümeti Türkiye’nin kendi ülkelerinde üstlendiği misyonun farkında. Bu misyon temelde Libya’nın siyasi ve ülkesel bütünlüğü için gerekli koşulların sağlanması ve geçiş sürecinin başarıya ulaşması. En üst düzeyde gerçekleşen karşılıklı ziyaretler, imza atılan anlaşmalar ve her fırsatta mevcut işbirliğine yapılan vurgu bu duruma işaret ediyor. Buna karşılık Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Afrika ve hatta Orta Doğu politikası açısından Libya’nın taşıdığı önem de yerli yerinde duruyor. Bu durumda Türkiye’nin Libya’da bir oldubittiye göz yumması beklenemez. Berlin Konferansında Türk askeri varlığının ülkedeki yabancı paralı askerlerle aynı kefeye koyulmasına itiraz etmesi de gayet doğal. Çeşitli aktörlerin Türkiye’nin Libya’daki askeri varlığını sorun haline getirmesi için Dibeybe hükümetine baskı yaptığı biliniyor. Fakat Dibeybe hükümeti, Türkiye’nin misyonunun farkında olduğu için bu baskıya direndi. Berlin Konferansında Türk askeri varlığı ile yabancı paralı askerlerin aynı kefeye konulmaya çalışılması ise bu durumun uluslararası bir konsensüse çevrilmeye çalışıldığına işaret ediyor.
Halbuki Türk askeri varlığı ile Libya’daki yabancı paralı askerler arasında uluslararası hukuk, taşıdıkları misyonlar ve Libya’daki kabulleri açısından çok temel farklar var. Uluslararası hukuk açısından bakıldığında Türk askeri varlığının Libya hükümeti tarafından davet edilmiş olması nedeniyle meşruiyeti tartışmaya açık değil. Misyon açısından baktığımızda paralı askerlerin Libya’nın iç savaşa sürüklenmesi, Hafter darbesi ve ülkenin bölünmesinde bir aparat olduğu gün gibi ortada. Türk askeri varlığı ise önce siyasi çözüm müzakereleri için koşulları sağlayan başlıca unsur oldu, şimdi ise siyasi sürecin başarıya ulaşmasında temel aktör pozisyonunda. Sıradan Libyalıların gözünde ise Türkiye-Libya işbirliği Libya’nın yeniden inşası için kabul görmüş bir unsur durumunda. Başka bir deyişle, Libyalıların gözünde birçok aktör işgalci olarak değerlendirilirken Türkiye, Libya’da yukarda zikredilen misyonları taşıyan bir ülke konumunda. Bu farklar ortada iken Türk askeri varlığının, BAE parası ile finanse edilen Afrikalı paralı savaşçılar ya da Rusya’nın gayriresmi harp unsuru olan Wagner ile aynı kefede değerlendirilmesi hukuken de siyasi açıdan da kabul edilemez.
Sonuç olarak, Türkiye’nin Libya’daki misyonu ve Türkiye-Libya işbirliğinin hukuki zemini de siyasi bağlamı da başladığı dönemki meşruiyetini ve gerekliliğini koruyor. Bu koşullarda Türkiye’yi Libya denkleminden çıkaracak bir gücün olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Türkiye, hükümetinin kararlılığı, güvenlik kurumlarının kapasitesi ve Libya politikasına destek veren geniş kamuoyu desteği ile Doğu Akdeniz’deki varlığını da Libya’daki misyonunu da devam ettirecektir.
[Orta Doğu’da otoriteryenizm, asker-sivil ilişkileri, vekalet savaşları ve çatışma alanlarında çalışan Doç. Dr. Veysel Kurt İstanbul Medeniyet Üniversitesi öğretim üyesidir]