Son yıllarda nükleer programını hedef alan birçok suikast ve sabotaja maruz kalan İran, geçtiğimiz günlerde nükleer faaliyetlerinin merkezinde yer alan Natanz santralinde elektrik ağlarına yapılan saldırıyla yeniden gündeme geldi. Tahran yönetimi, Natanz uranyum zenginleştirme tesisine yönelik saldırının arkasında, önceki benzer eylemler gibi İsrail’in olduğunu öne sürdü. Son saldırı, bir yıldan az bir sürede İran’daki hedeflere yönelik İsrail’in gerçekleştirdiği düşünülen üçüncü ses getiren eylem oldu. Açıkça ortaya çıkan güvenlik ve istihbarat zafiyeti üst düzey İranlı yetkilileri de itirafa mecbur bırakırken, gelişmeler ılımlı olarak bilinen Ruhani yönetiminin yürütmekte olduğu nükleer müzakerelerin gidişatını da etkiledi. Saldırı, cumhurbaşkanlığı seçimlerine az bir süre kala iç siyasete de gölge düşürdü.
İran’ın bir yıldan az bir süre zarfında üç önemli güvenlik ihlaline maruz kalması iç siyasette tartışılmaya devam ederken, saldırıları önlemekte yetersiz kalan güvenlik bürokrasisi tartışmaların odağına yerleşti.
İran’ın yıllardır devam eden ve giderek ülke için bir hayat memat meselesine dönüşen nükleer enerji dosyası tüm teknik ayrıntılarıyla birlikte aslında basit bir mantık etrafında dönüyor. İran, nükleer silah kapasitesine ulaşabileceği izlenimi vererek Batı’yı korkutup bir çeşit dokunulmazlık elde etmeye ve kendisini garanti altına almaya çalışıyor. Batı ise İran’ı durdurmak için iki temel seçenekle karşı karşıya: İlki İran’ı tamamen kendi haline bırakmak, ikincisi ise İran’ın nükleer faaliyetlerini, geniş çaplı bir savaşı tetikleme potansiyeli olsa da güç kullanarak engellemek. Batı, özellikle Irak işgalinden sonra bölgedeki istikrarsızlıktan ve devlet otoritelerinin zayıflamasından yararlanarak nüfuzunu artıran İran’ın gücünün ve imkanlarının farkında. Dolayısıyla İran’ın rahat olduğu zaman kendi sınırlarına sığmayacağı öngörülebilir. İran’ın artan nüfuzunun Batı ve özellikle ABD açısından İsrail’in güvenliği bağlamında öncelikli olarak ele alındığı da bilinen bir husus.
İran’ın Yemen’den Afganistan’a uzanan etki alanı göz önüne alındığında, ikinci seçeneğe yani geniş çaplı askeri müdahaleye başvurmanın, etkileri geniş bir coğrafyada hissedilecek büyük bir yıkıma yol açacağı tahmin edilebilir. Bununla beraber son yıllarda ülke içinde artan halk memnuniyetsizliğinin İran’ı dış darbelere karşı daha da kırılgan hale getirdiğini farkında olan Tahran yönetimi, dışarıya karşı ortak bir cephe oluşturup tahkim etmek amacıyla da nükleer enerji kartını kullanmaya çalışıyor. İran özellikle Obama döneminin tecrübesinden yola çıkarak nükleer faaliyetlerdeki temposunu artırdıkça Batı nezdinde avantajlı konuma geldiğini biliyor veya en azından bunu umut ediyor. Bu çerçevede İran yönetimi, ülke içindeki tepkileri bastırmak ve Irak başta olmak üzere, ülke dışında nüfuz alanlarını sınırlandırmaya yönelik girişimler karşısında nükleer enerji dosyasına daha çok sarılmaya mecbur kalmış görünüyor.
Biden yönetimi, Obama döneminde olduğu gibi İran’ı müzakereyle kontrol etme eğiliminde. Yeni yönetim Trump döneminde uygulanan maksimum baskı politikasının sonuç vermediğini savunurken, muhtemel bir anlaşmanın Tahran’a yeni bir manevra alanı açacağını düşünen İsrail ise İran’ı hataya ve radikal adımlara zorlayarak müzakereler bakımından güvenilmez bir ülke olarak göstermeye çalışıyor. Nitekim Natanz saldırısının akabinde İran’ın yüzde 60 saflıkta uranyum zenginleştireceğini açıklaması, bu yönüyle İsrail’i memnun etmiş görünüyor. İsrail, düzenlediği saldırılarla hem fiilen İran’ın kendisi açısından tehlike arz edecek imkanlarını hedef alırken, diğer yandan bu ülkeyi radikal kararlara zorlayarak müzakerelerdeki konumunu zayıflatmaya çalışıyor.
Güvenlik sistemindeki zafiyet
Natanz nükleer tesisine yönelik saldırılar İran iç siyasetinde de geniş yankı buldu ve ülkedeki güvenlik bürokrasisi tartışmaların odağına yerleşti. Bu çerçevede İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) eski komutanı Muhsin Rızai’ın itirafları özellikle dikkat çekiciydi. Rızai bir yıldan az bir süre zarfında üç önemli güvenlik ihlaline maruz kalındığını, bu çerçevede suikast ve sabotajlara tanık olunduğunu belirterek, ülkenin ciddi güvenlik ve istihbarat sorunu olduğunu vurguladı. Son bir yılda tanık olunanlara, İsrail’in sık aralıklarla Suriye’deki İran hedeflerine düzenlediği saldırılar da eklendiğinde, Tahran yönetiminin itibarının ciddi ölçüde sarsıldığı ifade edilebilir. Öte yandan İran’ın her defa misilleme tehdidinde bulunmasına karşın tekrar eden saldırılara maruz kalması, güvenlik ve istihbarat kabiliyeti açısından iç ve dış kamuoyu nezdinde daha fazla tartışılmasına yol açıyor. İran’ın misilleme hamleleri olarak değerlendirilen ve Irak sınırları içinde düzenlenen çeşitli eylemler ise Tahran’ın bu ülkedeki nüfuzunun aşınmasına sebep olan tepkilere zemin hazırlıyor.
İran’ın nükleer programı açısından hayati önem taşıyan kişi ve kurumları hedef alan saldırıların aydınlatılmasında yaşanan aksaklıklar ve tutarsız açıklamalar da güvenlik bürokrasisine yönelik tepkilerin diğer bir boyutu. İran istihbaratı Natanz saldırısından birkaç gün sonra Rıza Kerimi adlı kişinin operasyonda kilit rol oynadığını ve yasal yollarla ülkeden çıktığını açıkladı. Oysa ilk gün saldırının bir siber saldırı olduğu ve insan unsurunun bulunmadığı açıklanmıştı. Daha önce de İran’ın nükleer programının mimarlarından Muhsin Fahrizade suikastıyla ilgili birbiriyle çelişen birçok açıklama yapılmıştı. Hatta geçen seneki Natanz saldırısının faili olarak ilan edilen şahsın son saldırının sorumlusu olduğu söylenen kişiyle soy isim benzerliği İran kamuoyunda, resmî açıklamaların inandırıcılığı hususunda tartışma konusu edildi. Önceki hükümetler döneminde de ülkenin nükleer programında aktif rolü bulunan bilim insanlarını hedef alan suikastların arka planı ve faillerinin tam olarak aydınlatılamaması, televizyonlarda yayımlanan itirafların tatminkâr bulunmaması gibi faktörler, ülkenin güvenlik bürokrasisine duyulan güvensizliği derinleştirmişti.
İran’ın nükleer programı ve bu hususta yürütülecek müzakereler cumhurbaşkanının iradesinden öte bizzat Devrim Rehberi Ali Hamaney’in kontrolünde olan konular. Bu bakımdan yaklaşık iki ay sonra gerçekleştirilecek cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan kişinin kim olduğu pratikte pek bir şey değiştirmeyecek de olsa, nükleer enerji konusundaki gelişmelerin ne yöne evrilebileceğini anlamak açısından önemli olacak. Biden yönetiminin Obama dönemine benzer şekilde nükleer faaliyetleri konusunda İran ile bir anlaşma yapması muhtemel görünse de İsrail’in bu süreçleri zaman zaman sabote ettiği unutulmamalı. Öte yandan İran’da toplumsal huzursuzluğun giderek arttığı da hesaba katılmalı. Kronik siyasi sorunlar ve ekonomideki kötüleşmeye ilave olarak yeni tip koronavirüsle (Kovid-19) mücadeledeki başarısızlık, aşılamadaki yetersizlik ve artan ölüm vakaları da bu huzursuzluğu besleyen faktörler. Bütün bunların ötesinde İran toplumunun ekseriyeti ne muhafazakarlardan ne de reformculardan değişim konusunda bir medet umuyor. Gelinen aşamada 2016 ve 2018’de yaşanan, ekonomik motivasyonlarla başlayıp siyasi boyutlar kazanan protestoların bir benzerinin başlaması ihtimali de yabana atılmamalı.
[Taha Kermani İran’da başladığı iletişim eğitimini Türkiye’de gazetecilik bölümünde tamamlamıştır ve İran hakkındaki serbest gazetecilik faaliyetlerine Türkiye’de devam etmektedir]