18 Haziran’da on üçüncüsü gerçekleştirilen cumhurbaşkanlığı seçimleri İran İslam Cumhuriyeti tarihinin en düşük katılımlı cumhurbaşkanlığı seçimi olarak kayıtlara geçti. Seçimlere katılım yüzde 48,8 oranında seyrederken sandığa giden 4 milyon civarındaki seçmenin de boş oy attığı açıklandı. Hem yerel hem de uluslararası gündemi meşgul eden temel konu; yargı erki başkanı geleneksel muhafazakâr aday İbrahim Reisi’nin oyların yüzde 62’sini alarak İran’ın yeni dönem cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve seçimlere düşük katılım oranı oldu.
Seçimlere katılıma ilişkin tartışmaların ekseninde birbiriyle bağlantılı üç ana argüman bulunuyor: Seçim sisteminin adaletsizliği, seçmenin ilgisizliği, nükleer anlaşmanın başarısızlığının getirdiği ağır yaptırımlar ve ekonomik sorunlar. Öte yandan, bu seçimleri diğerlerinden büyük ölçüde ayıran önemli bir konunun gözlemcilerin dikkatinden kaçtığı görülüyor: Reformcu kanadın sistem karşıtı bir çizgide buluşan İran diasporasının da desteğiyle pek çok üst düzey siyasetçisi, entelektüeli ve destekçileriyle birlikte seçimlerden aylar önce dillendirmeye başladıkları ve seçimlerden birkaç gün önce İran içerisindeki çok sayıda reformcu ismin yayınladığı bir bildiriyle açık bir çağrıya dönüşen boykot stratejisi. Boykot tek bir seçimle sınırlı pasif bir seçmen ilgisizliği değil, seçimler sonrasında başka muhalefet stratejileriyle birlikte uzun vadeli bir dönüşüm arzusuyla uygulamaya konulan proaktif bir seçmen stratejisidir. Dolayısıyla Reisi’nin yeni dönem cumhurbaşkanlığına ilişkin değerlendirmelerde bulunurken hem seçmen davranışını hem de boykot stratejisini derinlemesine incelemek gerek.
Rakamların seçmen davranışı üzerine söyledikleri
20. yüzyıl İran tarihi keskin uçlar arasında savrularak ilerleyen bir demokratikleş(eme)me tarihidir. Geçtiğimiz son yüz yıl içerisinde hem dünya siyasetinin temel meselelerinden biri olan demokratikleşme, siyaset bilimciler tarafından çeşitli demokrasi endekslerinde 0 ve 1 rakamları arasında uzanan ince bir skalada irili ufaklı inişler ve çıkışlarla seyreden son derece uzun soluklu bir siyasi yolculuk olarak algılanır. İran, Orta Doğu tarihinde demokratikleşme arzusu ve ciddiyetini en çok eyleme döken toplumlardan biri. Nitekim 1905 Anayasa Devrimi ile başlayan süreç, Pehlevi monarşisi altında düzenli aralıklarla gerçekleşen sokak protestoları ve siyasi parti örgütlenmeleriyle son derece canlı fakat bir o kadar da çalkantılı bir seyirde devam etti ve 1979 devrim hareketinin ani bir Şii-teokratik dönüşle “İslam Cumhuriyeti” markası altında yeniden tanımlanmasıyla İran hem otoriter hem de cumhuriyetçi özellikler taşıyan bir karma siyasi sisteme dönüştü. Bu bağlamda İran, esasında demokratikleşme mücadelesi veren diğer pek çok arada kalmış devletle benzer özellikler taşır. Demokratikleşmekte olan diğer pek çok devlet gibi anayasa devrimleri ve reform paketleriyle zaman zaman birtakım siyasi fırsatlar ve kazanımlarla ilerleme kaydetti, zaman zaman da askeri darbeler ve otoriter devrimler ile uçlara savruldu, geriledi, alaşağı edildi. Söz konusu sistemsel değişkenlik ve istikrarsızlık kaçınılmaz olarak bu karma sistemin seçmen davranışına da yansıyor.
Seçim boykotu, seçime dayalı otoriter sistemlerde zaman zaman başvurulan bir seçmen stratejisi. Yapılan çalışmalar, boykotun pasif bir seçmen ilgisizliğinden ziyade proaktif bir seçmen ilgisi olduğunu ortaya koyuyor. Zira otoriter sistemlerde boykotun amacı, sistemsel ya da siyasal bir dönüşümün gerekliliğine dair kitlesel bir irade ortaya koymak ve siyasi otoriteye kitlesel bir uyarı vermek.
İran seçimlerinin bir özelliği, diğer pek çok karma sistemde olduğu gibi yüksek katılımlı olmamasıdır. Nitekim 1980-2021 İran cumhurbaşkanlığı seçimlerine genel katılım oranlarına bakıldığında İranlı seçmenin seçimlere katılım oranının yüzde 65,5 civarında ve orta seviyede seyrettiği görülür. Bu yıllar arasında en düşük katılım Rafsancani’nin ikinci kez cumhurbaşkanı seçildiği 1993 yılında yüzde 50,6 ile gerçekleşti. Bu tabloya bakıldığında İran seçmeninin ortalama yüzde 35-40’lık bir diliminin, devrimin ilk otuz yılında seçimlere katılmama odaklı bir seçmen davranışı sergilediği ortaya çıkıyor. İran seçimlerinin bir diğer özelliği ise yine pek çok karma sistem ve konsolide olmayan yeni demokrasilerde olduğu gibi seçimsel oynaklık ve belirsizliğin yoğun olmasıdır. Nitekim en düşük katılımlı 1993 seçimlerinin hemen akabinde gerçekleşen 1997 seçimlerine katılım oranı aniden 30 puan artarak yüzde 79,9’a ulaşmıştı. Bu oynaklık, adayların aldıkları oy oranlarındaki ani değişimlerde de kendisini belli eder. Halkın yüzde 54,5’inin seçimlere katıldığı 1989 seçimlerinden yüzde 96’lık bir oyla cumhurbaşkanı olan Rafsancani, halkın yüzde 50,6’sının katıldığı hemen bir sonraki 1993 seçimlerinde neredeyse 30 puanlık bir düşüşle oyların yüzde 64’ünü alabildi. Söz konusu dönem içerisinde cumhurbaşkanı adayları “devrimin çocukları” olarak da nitelendirebileceğimiz, devrim süreçlerinde aktif rol almış, din adamı kökenli ve sistemin çeşitli kurumlarında görev almış oldukları için sistem inşa sürecine son derece entegre profiller. İslam Cumhuriyeti inşasının hızla devam ettiği 1990’lı yıllardan itibaren bu inşanın nasıl bir vizyonla devam edeceğine ilişkin alternatif fikir akımlarının siyasi parti örgütlenmesi formatında olmasa bile “geleneksel muhafazakârlar” ve “reformcular” gibi siyasi hizipler içerisinde yavaş yavaş taban bulmaya başladığını görürüz. Yine de söz konusu hiziplerin kısa süre içerisinde yeterince konsolide bir seçmen tabanına sahip olabildiğini söylemek mümkün değil.
Seçimlere katılıma ilişkin tartışmaların ekseninde birbiriyle bağlantılı üç ana argüman bulunuyor: Seçim sisteminin adaletsizliği, seçmenin ilgisizliği, nükleer anlaşmanın başarısızlığının getirdiği ağır yaptırımlar ve ekonomik sorunlar.
2009 yılından itibaren ise seçim dinamiklerinde bir dönüşüm gözlemleniyor. Bu dönüşüm, Mahmud Ahmedinejad’ı cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan 2009 seçimleriyle birlikte seçimlere katılım oranlarında görülen ciddi bir sıçrayışla ortaya çıkıyor. Nitekim 2009 seçimlerine katılım oranı yüzde 84,8 ve bunu pragmatist siyasetçi Hasan Ruhani’yi cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtan 2013 ve 2017 yıllarındaki yüzde 72 ve yüzde 73’lük katılım oranları takip ediyor. Dolayısıyla 2009-2017 yılları arasında İranlı seçmen ortalamanın üzerinde ve yüksek katılım gösteriyor. Bu pozitif ivmenin temel sebebi, devrimin ilk otuz yılının ardından İran siyasetinde yer edinmeye başlayan bir “yenilik potansiyeli.” Şüphesiz, muhafazakâr aday Ahmedinejad’ın klasik molla kökenli muhafazakâr cumhurbaşkanlarının dışında bir muhafazakâr profile sahip olması seçmen nazarında yenilik potansiyelini besleyen önemli bir etmen. Eşit derecede öneme sahip bir diğer unsur reformcu siyasetin güç kazanması. 2009’daki Yeşil Hareket ve pragmatist Ruhani hükümeti döneminde nükleer anlaşma sürecinin ülke içerisindeki siyasi ve ekonomik reformları hızlandırabileceğine dair ümitler de seçmeni sandığa çeken etmenlerin merkezinde yer alıyor.
Son on yılın en temel özelliği İran’ın geleceğine ilişkin siyasi vizyonların çeşitlilik kazanması. Öyle ki geleneksel din adamı kökenli muhafazakârların yanı sıra popülist muhafazakârlar, asker kökenli muhafazakârlar ve reform hareketi içerisinde bölünmeler ve çeşitlenmeler ortaya çıkıyor. Bu dönem aslında İranlı seçmenin içinde bulunduğu sistemi ve bu sistemden ne istediğini daha derinlemesine tanımaya ve keşfetmeye başladığı önemli bir kavşak noktası. Hizipler arası seçmen geçişi hala yüksek olmasına karşın, seçmen tabanının hizipler nezdinde daha çok oturmaya başladığı hissediliyor. Bu dönemde seçmen aslında farklı siyasal vizyonları temsilen sahneye çıkan cumhurbaşkanı adayları arasında kıyasıya bir rekabet olduğu ve adayların kıl payı farkla seçimleri alacağına dair bir varsayımla sandığa gidiyor. Seçimler sonrasında en yüksek oyu alan iki rakip arasındaki oy farkının yüksek olduğu ortaya çıksa da önemli olan seçmenin rekabete yönelik bu algısı ve varsayımı.
Rakamlar İranlı seçmen davranışına ilişkin üç temel sonuç ortaya çıkarıyor. İlk olarak, İranlı seçmen devrimin ilk otuz yılındaki seçim rehavetine karşın son on yıl içerisinde seçimlere yüksek katılım gösteriyor. Dolayısıyla İran İslam Cumhuriyeti tarihinde kategorik bir seçmen ilgisizliğinden (voter apathy) söz etmek pek mümkün değil ve son on yıldaki seçmen davranışı bunun aksini gösteriyor. Seçmen seçimlere karşı kategorik bir ilgisizlik sergilemiyor ancak hangi seçimlere ilgi göstereceği konusunda stratejik bir tercih yapıyor. İkinci olarak, İranlı seçmen aynı seçim sistemi içerisinde farklı seçmen davranışları sergileyebiliyor. Özellikle Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin veto süreçlerinin seçim sisteminin adaletsizliğine yönelik ciddi tartışmalar ortaya koyduğu aşikâr. Öte yandan aynı seçmen, devrimin başından beri seçim sistemine yerleşmiş adaletsiz uygulamalara karşın on üç seçim boyunca aynı adaletsiz seçim sistemi altında radikal farklılıklar arz eden bir seçmen davranışı sergileyebiliyor. Üçüncü olarak, farklı siyasi hiziplerin seçmen tabanı henüz konsolide olmadığı, hizipler arası ve hizipler içi adaylar arasında seçmen geçişi hala yüksek olduğu ve seçmen davranışı yüksek oranda oynaklık (electoral volatility) sergilediği için seçmenin herhangi bir seçime neden katılmadığını anlamlandırmak zorlaşıyor. İranlı seçmen arasında devrimin başından beri seçim sistemini meşru bulmadığı için seçimlere katılmayan hatırı sayılır ölçekli bir kemik tabanın varlığı yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan seçimlere katılımı seçimden seçime oynaklık gösteren bir kısım seçmenin seçimlere katılmama sebebi, seçimlere hiç katılmayan kemikleşmiş tabanın aksine, seçimlere yönelik teorik bir meşruiyet iddiasından ziyade pragmatik ve stratejik bir tercih olabiliyor. Seçmenin oy vermek istediği belirli bir adayın Koruyucular Konseyi tarafından elenmesi bu bağlamda en önemli sebeplerden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Bu üç sonuç bir araya geldiğinde, İranlı seçmenin aynı adaletsiz seçim sistemi altında seçim sisteminin özelliklerinden bağımsız başka faktörleri de hesaba katarak tıpkı başka ülkelerin seçim sistemlerinde olduğu gibi “stratejik tercihler” yaptığı ve seçimlere katılımı stratejik bir eylem olarak kullandığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla İran cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılım oranlarında son on yılda gözlemlenen pozitif ivmenin yerini 18 Haziran seçimlerinde radikal bir düşüşe bırakması stratejik bir seçmen davranışı olarak da ele alınmalı. Bu seçimlerde özellikle ön plana çıkan boykot çağrısı bu tür bir seçmen stratejisinin temelinde oturuyor.
İranlı reformcu seçmen açısından 18 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmek sessiz bir ilgisizlik değil, proaktif ve bir o kadar da riskli bir seçmen davranışıydı. Risklerin en büyüğü hiç şüphesiz Biden ile yapılan nükleer müzakerelerin başarıya ulaşma ihtimalinin, dolayısıyla da yaptırımların kaldırılarak ekonomik ferahlığa ulaşma şansının yüksek olduğu bir dönemde bu anlaşmadan mesul pragmatist hükümeti cezalandırmaktı.
İran’da bir seçim stratejisi olarak boykot
Seçim boykotu, seçime dayalı otoriter sistemlerde zaman zaman başvurulan bir seçmen stratejisi. Yapılan çalışmalar, boykotun pasif bir seçmen ilgisizliğinden ziyade proaktif bir seçmen ilgisi olduğunu ortaya koyuyor. Zira otoriter sistemlerde boykotun amacı, sistemsel ya da siyasal bir dönüşümün gerekliliğine dair kitlesel bir irade ortaya koymak ve siyasi otoriteye kitlesel bir uyarı vermek. Boykot, zaman zaman belirli bir seçim dönemiyle sınırlandırılmış kitlesel bir seçim katılımı eksikliği olarak algılansa da pratikte boykot tek bir seçimle sınırlı kitlesel bir sessizlik ve eylemsizlikten çok daha fazlası. Aslında seçmenin seçimlere kitlesel olarak katılmama davranışı boykotun ilk ayağı. Çoğu seçim boykotunun seçimler sonrası dönem içerisinde sokak hareketleri gibi başka demokratik tepki stratejileriyle desteklendiğini ve boykotçu seçmenin birkaç stratejiyi bir arada kullanarak otoriteye karşı baskı oluşturmaya devam ettiği görülüyor.
Dolayısıyla seçim boykotu, ileride daha geniş çaplı bir toplumsal hareketin gelebileceğine dair sisteme verilen bir uyarı, bir tehdit ve tek bir seçimden ibaret olmayıp seçim sonrası dönemdeki siyasi gelişmeleri de kapsayan uzun bir siyasi süreç olarak ele alınmalı. Boykot riskli bir seçim stratejisidir, zira boykotçu seçmen seçimlere katılmayarak siyasi gücü büyük ihtimalle kendi eliyle karşı tarafa verecektir. Boykot edilen bir seçimin sonunda siyasi erki elde eden yeni liderin önünde iki yol vardır: Ya boykotun sinyalini verdiği konularda ciddi bir reform arayışına giderek boykotçu seçmenin ileride dahil olabileceği daha büyük bir muhalefet hareketinin en başından önüne geçmeyi tercih edecek ya da boykotçu kesime karşı “güçlü bir siyasi erk” imajı vermeyi seçerek boykotu göz ardı edecek. Dolayısıyla boykot edilen bir seçimle başa gelen siyasi lider için boykot sonrası dönem azami ölçüde bir risk, belirsizlik ve bilinmezlik halidir.
İranlı reformcu seçmen açısından 18 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot etmek sessiz bir ilgisizlik değil, proaktif ve bir o kadar da riskli bir seçmen davranışıydı. Risklerin en büyüğü hiç şüphesiz Biden ile yapılan nükleer müzakerelerin başarıya ulaşma ihtimalinin, dolayısıyla da yaptırımların kaldırılarak ekonomik ferahlığa ulaşma şansının yüksek olduğu bir dönemde bu anlaşmadan mesul pragmatist hükümeti cezalandırmaktı. Zira pragmatist hükümete yönelik böylesi bir cezalandırma, pratikte nükleer müzakereler başarıya ulaştığı takdirde müzakerenin ekonomik meyvelerinin muhafazakâr bir hükümet tarafından alınacağı anlamına gelecekti. Bu ise alınan ekonomik meyvelerin muhafazakâr hükümet tarafından nasıl bir ekonomik model çerçevesinde kullanılacağına ve bunun siyasi ve toplumsal sonuçlarına yönelik ciddi riskler barındırıyordu. Diğer yandan Reisi’nin liderlik edeceği yeni muhafazakâr hükümet mevcut boykotun ileriki aşamalarının ne olabileceğine dair bir belirsizlik içerisinde. Reisi açısından en önemli belirsizliklerden biri, halkın yüzde 51,2’sinin seçimlere katılmaması ve buna ek olarak 4 milyon kişinin protesto oyu kullanmasının boykotçu seçmen tarafından başarılı bir boykot olarak algılanıp algılanmadığı konusunda henüz bir netliğin olmaması. Sistemin seçimler sonrası cevabını aradığı iki temel soru var: Boş oylarla birlikte yüzde 55’lere uzanan bir boykot oranı boykotçu seçmen için yeterli miydi, yoksa seçmen bazı kamuoyu araştırmalarının gösterdiği gibi yüzde 75’lik bir seçim boykotu mu bekliyordu? Boykotçu seçmen, mevcut boykot oranlarını ileriki aylarda kitlesel bir siyasi muhalefet ya da toplumsal hareket başlatma cesareti açısından yeterli buluyor mu, yoksa boykotçu seçmen arasında bu konuda fikir ve irade ayrılıkları mı hakim?
Boykot edilen bir seçimin sonunda siyasi erki elde eden yeni liderin önünde iki yol vardır: Ya boykotun sinyalini verdiği konularda ciddi bir reform arayışına giderek boykotçu seçmenin ileride dahil olabileceği daha büyük bir muhalefet hareketinin en başından önüne geçmeyi tercih edecek ya da boykotçu kesime karşı “güçlü bir siyasi erk” imajı vermeyi seçerek boykotu göz ardı edecek.
Reisi’nin olası siyasi stratejisi
Bu ve benzeri soruların boykotçu seçmen kitlesi ve yeni muhafazakâr hükümet açısından henüz net bir cevabı yok. Kuvvetle muhtemeldir ki cevaplar Reisi cumhurbaşkanlığı görevini resmi olarak devraldıktan birkaç ay sonra belirmeye başlayacak. Bugün sistemin hem atanmışları hem de seçilmişleri her ne kadar devrimin ilk yirmi yılında görmeye alışkın olduğumuz geleneksel muhafazakârların tekelinde toplanmış gibi görünse de Reisi’nin başkanlığı kolay geçeceğe benzemiyor. Zira boykot edilen bir seçimle iş başına gelen bir cumhurbaşkanı için bu soruların cevabı uzun vadede iç ve dış politikada nasıl bir yöntem izleneceğini şekillendirecek gibi görünüyor. Bu dönemin Reisi açısından kişisel önemi ise cumhurbaşkanlığı döneminde sergileyeceği performansın ileride devrim rehberi olma potansiyelini ve kariyerinin tamamını yargıda geçirmiş büyük bir yargıç olarak nasıl bir devrim rehberi profili çizeceğini de belirleyecek olması.
Yine de boykot sonrası mevcut durum, bize Reisi dönemi politikalarının olası maiyetine ilişkin şu temel senaryoyu sunuyor: Reisi’nin boykota cevaben temel politikası liderlik ettiği siyasi sistemin güçlü olduğunun ve kendisinin de bir yargıç gibi adaleti temsil eden bir devrim rehberi olacağının sinyalini vermek. Bu bağlamda Reisi’nin birincil hedefi rejim güvenliğini sağlamak. Bu da pratikte İran ekonomisinin yeniden dizayn edilmesine odaklanılacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla bu son derece geleneksel muhafazakâr liderin, geçmiş dönem muhafazakâr cumhurbaşkanlarından farklı olarak nükleer anlaşma konusunda kendisinden beklenilenden daha uzlaşmacı bir tavır sergileyebileceğini öngörmek mümkün. Reisi hükümeti ABD ve Batı dünyası ile yaptırımların kaldırılması ve nükleer anlaşmanın etkili bir şekilde uygulanmasına yetecek seviyede bir diplomatik ilişki zemini gözetecek gibi. Ekonomi alanında gerçekleşecek her türlü reform ve ferahlama, boykotçu seçmenin daha geniş çaplı bir toplumsal hareketi mobilize etmesinin önüne geçmek için de elzem görünüyor. Bu durumda Reisi boykotçu seçmene karşı sistemin gücünü gösterirken ekonomik güce odaklanacak, ekonomik gelişim ve ekonomik kaynakların adaletli kullanımı kartlarını kullanacak.
Fakat İran’ın balistik füzeler, Şii milisler ve Mali Eylem Görev Gücü (FATF) gibi muhafazakâr kanadın temel siyasi prensiplerine dokunan konularda Batı dünyası ile işbirliğine gitmesi pek mümkün görünmüyor. Aksine, İran yaptırımların kaldırılmasıyla gelebilecek her türlü ekonomik fırsatı Batı ülkelerinden ziyade Çin, Asya ve Orta Doğu ülkeleriyle değerlendirmeyi ve bu ülkelerle yoğun ekonomik ilişkilere girmeyi tercih edecektir. Bu, boykotçu seçmenin girdiği en büyük riski açığa çıkaran bir kavşak noktası, zira muhafazakâr hükümetle yönetilen İran’ın bugünlerde sıklıkla Çin’in Kuşak ve Yol Projesiyle özdeşleşen “otoriterler ittifakına” daha fazla entegre olması söz konusu olabilir. Ancak aynı kavşak noktası Reisi’nin çizeceği potansiyel Devrim Rehberi profilinin de şekillenmeye başlayacağı en temel nokta olacak. Zira Reisi, ekonomide yapılacak bazı reformlardan sonra İran toplumunun sosyal ve siyasi adalet taleplerine de belirli ölçüde yanıt verecek bir siyasi plan çizme gerekliliğiyle yüzleşecek. İşte bugünkü boykotun hakiki siyasi başarısı ilerleyen yıllarda Reisi’yi rejim güvenliği ile toplumsal ve siyasal adalet arasında bir denge aramaya itebilme gücüyle ölçülecek gibi görünüyor.
[İran dış politikası, güvenlik ve askeri kültürü, Orta Doğu’da Şii jeopolitiği ve Direniş Ekseni konularına odaklanan siyaset bilimci Dr. Ezgi Uzun Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisidir]