İsrail’in Filistin’deki şiddet dalgası kendisini bir kez daha Gazze, Kudüs ve Batı Şeria’da gösteriyor. Özellikle Gazze’ye yapılan ve yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği, binlercesinin de yaralandığı saldırılarla İsrail bir döngüyü daha gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu döngü, Filistin işgalinin ve bu işgalin ortaya çıkardığı bütün etkilerin üstünün örtülmesini ve konunun Gazze özeline indirgenmesini sağlayan bir stratejiye dayanıyor.
İsrail’in Filistin genelinde ve Gazze özelindeki saldırıları bu denli cüretkâr şekilde gerçekleştirirken yapay bir şekilde inşa edilmiş “meşruiyet” unsuruna dayandığı görülüyor. Bu kurgunun sonucuna göre İsrail aslında Filistin’de işgalci değildir; barışçıl politikalar izlemeye çalışmaktadır ve gerçekleştirdiği bütün saldırılar savunma niteliklidir. İsrail’in kurulduğu günden bu yana Filistin’i adım adım işgal sürecinde ve uyguladığı saldırgan politikalarda sırtını dayadığı bu kurgusal “meşruiyetin” nedenlerine ilişkin çok sayıda faktöre yer verilebilir. Fakat bunlar arasında özellikle üç faktör ön plana çıkıyor: Antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) tabusu, koşulsuz ABD desteği ve bölgesel dengeler.
Antisemitizm tabusu
Bu kapsamda ilk faktör İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi soykırımından (Holokost) etkili bir şekilde faydalanılmasıdır. Nitekim Almanya tarafından uygulanan Yahudi soykırımı sonrasında antisemitizm bir tabu haline getirildi ve bir daha böyle olayların yaşanmaması için özellikle Avrupa ülkeleri nezdinde büyük bir farkındalık oluşturuldu. Fakat İsrail kurulduğu günden bu yana antisemitizmin içeriğini genişleterek kendisine ve uyguladığı politikalara bir nevi yapay “meşruiyet” zemini oluşturdu. Zira İsrail Filistin’de uyguladığı politikalara en küçük bir eleştiriyi bile bu kapsama sokmaya başlamış ve neredeyse her İsrail eleştirisi, Tel Aviv yönetimi tarafından antisemitik olarak yaftalanmıştır.
İşin ilginç tarafı, İsrail iç siyasetinde kullanılması kısmen anlaşılabilir olan bu antisemitizm etiketlemesi, hızlı bir şekilde ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından da bir ön kabul olarak benimsendi ve bazen bu yaftalama veya “hassasiyet”, İsrailli yetkililerden önce söz konusu ülke yöneticilerinden gelmeye başladı. Bu sayede İsrail’in işgal politikası ve süreçteki bütün uygulamaları neredeyse tartışılmaz/tartışılamaz hale getirildi.
Bu noktada hatırlanmalıdır ki günümüzde İsrail’in özellikle Gazze’ye yaptığı saldırılarla artırdığı şiddet sarmalı, önce Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinlileri tahliye girişimiyle başladı, ardından Ramazan ayının başlarında Şam kapısındaki İsrail polis şiddetiyle ve Kadir gecesinde Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırgan politikasıyla tırmandırıldı ve Gazze’ye yönelik saldırılarla devam etti. Dolayısıyla meselenin antisemitizmle hiçbir ilgisi yok ve oldukça basit bir nedeni var: İşgal!
Başta son dönem gelişmeleri olmak üzere Filistin’in işgal süreci uluslararası toplumun gözü önünde açık bir şekilde gerçekleşirken, Batı ülkelerinden bırakın eleştiriyi, hızlı bir şekilde ve arka arkaya gelen İsrail’e destek açıklamaları, antisemitizm tabusunun hâlâ büyük ölçüde etkili bir şekilde devrede olduğunu gösteriyor. Antisemitizm tabusuna, son dönemde Avrupa ülkelerinde artan İslam karşıtlığı ve İslamofobinin de eklendiği söylenebilir.
Sürekli tarafsızlık statüsünde olduğundan, normal şartlar altında siyasal angajmanlarında daha hassas davranması beklenen Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un başbakanlık binasına İsrail bayrağı çektirmesi, Çekya’nın Prag kalesindeki Avrupa Birliği (AB) bayrağını indirip yerine İsrail bayrağı çektirmesi veya Filistin’e destek açıklamaları yapan Avrupalı siyasetçilerin istifaya zorlanması gibi gelişmeleri ise antisemitizm tabusunun ötesinde düşünmek gerekir.
Son dönem gelişmelerinin İsrail’in beklentilerini karşılayıp karşılamayacağı henüz net değil. Zira son şiddet sarmalında daha önce etkili olmayan farklı dinamiklerin de devrede olduğu görülüyor. Örneğin İsrail vatandaşı Filistinlilerin uğradıkları haksızlıklara ve İsrail’in işgal politikasına yüksek sesle itiraz etmeleri veya bu kesime yönelik sistematik saldırılar daha önce bu kadar yoğun değildi.
İsrail lobisi ve koşulsuz ABD desteği
İsrail’in Filistin’deki işgal politikasında bu denli cüretkâr davranmasında etkili olan ikinci faktör ise ABD’nin vermiş olduğu koşulsuz destek ve ABD’deki İsrail lobisinin etkisidir. İsrail kuruluş ilanından tam 11 dakika sonra ABD tarafından tanınarak en başından beri ABD’nin siyasal desteğini arkasına almıştır. Amerikan askerî desteği ise ilk aşamada dolaylı ve kademeli olarak başlamış, bölge ülkelerinden herhangi büyük bir tepki gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine, 1967’den sonra bölgede “İsrail’in askeri üstünlüğü” ilkesi temel alınarak doğrudan ve yoğun bir şekilde verilmeye başlanmıştı.
Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında “İsrail’in güvenliğinin sağlanması” ABD’nin Orta Doğu politikasının değişmeyen tek parametresi olarak ABD güvenlik politikasındaki yerini korudu. Hatırlanmalıdır ki İsrail’in güvenliğini sağlamada dönüm noktaları olan, fakat İsrail’in taahhütlerine uymadığı Camp David anlaşmaları da Oslo Anlaşması da Amerikan başkanlarının çabalarıyla ve arabuluculuğunda gerçekleşti.
Amerikan yönetimlerinin bu tutumunda antisemitizm tabusunun yanı sıra şüphesiz İsrail lobisinin etkisi bulunuyor. Sadece yürütme üzerinde değil, Kongre ve Amerikan toplumunun neredeyse her kesimi üzerinde müessir olan bu etki öylesine büyük ki bırakın Filistinlilere destek açıklamasını, İsrail’e yönelen en küçük bir eleştiri dahi neredeyse en büyük günahlardan biri olarak değerlendirilmeye başlamış durumda. Bu tutum, siyasal alanın yanı sıra medya ve akademide de geçerli ve artık İsrail lobisinin eylemleri sonrasında değil, öncesinde de bir otosansür/otokontrol mekanizması olarak devrede bulunuyor.
Buna ilişkin çok sayıda tarihsel ve güncel örnek bulunmakla birlikte, uluslararası ilişkiler alanında saygın yerleri bulunan John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın İsrail lobisinin Amerikan dış politik çıkarlarına zarar verdiğini dile getiren çalışmalarını yayımlatırken yaşadıkları, akademide de etkili olan bu mekanizmanın önemli bir örneğini oluşturur. İkili, önce makale olarak hazırladıkları çalışmalarını yayınlatacak yer bulmakta zorlanmış, birçok dergi ve yayınevi böylesi bir “riski” üstlenmek istememiş ve yayınlamayı reddetmiştir. Uğradıkları baskılara rağmen “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası” başlıklı çalışma yazıldıktan dört yıl sonra önce kısa bir versiyon olarak, daha sonra ise kitap olarak yayımlanabilmiştir.
İsrail iç siyasetinde kullanılması kısmen anlaşılabilir olan bu antisemitizm etiketlemesi, hızlı bir şekilde ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından da bir ön kabul olarak benimsendi ve bazen bu yaftalama veya “hassasiyet”, İsrailli yetkililerden önce söz konusu ülke yöneticilerinden gelmeye başladı. Bu sayede İsrail’in işgal politikası ve süreçteki bütün uygulamaları neredeyse tartışılmaz/tartışılamaz hale getirildi.
Demokrat veya Cumhuriyetçi olsun, bütün Amerikan yönetimleri en başından beri İsrail’e neredeyse koşulsuz destek vermiş, bu destekte sadece birkaç istisnai ton değişiklikleri olmuştur. Donald Trump dönemi, Amerikan yönetimlerinin İsrail’e verdiği koşulsuz destekte farklı bir zirveyi temsil etti. Amerikan Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması kararı ile Golan tepelerinin ilhakının tanınması kararı, “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse edilen ve Filistinsiz bir “çözüm” önerisi olan girişim ve tartışmaya açık İbrahim Anlaşmaları Trump yönetiminin İsrail’e ve güvenliğine verdiği desteğin boyutunu gösteren önemli gelişmeler oldu.
Joe Biden’ın seçimleri kazanmasıyla İsrail’e verilen koşulsuz destekte farklı bir ton beklentisi söz konusu olmuştu. Zira Biden seçim kampanyasında İsrail’in güvenliğine destek vereceğini açıklasa da uluslararası kurumlara ve insan haklarına da önem vereceğini açıklamıştı. Ancak Biden yönetiminin İsrail’in son dönemdeki saldırgan politikalarına gösterdiği tepki dikkate alındığında, Filistin konusunda Trump sonrası beklentilerin boşa çıktığı açıkça görülüyor. Nitekim İsrail’in işgal politikasında gerginliği tırmandıran adımlarına ilişkin herhangi bir açıklama yapmayan Biden yönetimi, Gazze’ye yönelik saldırılar başladıktan sonra hemen İsrail’e destek açıklaması yaptı; saldırıların ilk 10 gününde İsrail Başbakanı Netenyahu’yla dört kez görüşerek verdiği desteği teyit etti ve İsrail’in saldırılar sırasında azalan silah stokuna da destek verdi.
Biden yönetiminin son süreçte İsrail’e verdiği destek bununla da sınırlı kalmadı ve İsrail’in kurgusal “meşruiyetini” zedeleyecek gelişmelere karşı da ön almaya çalışıldı. Burada yine tanıdık bir yöntem devreye girdi: Antisemitizm yaftalaması. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail’in işgal politikasını eleştiren ve Filistin’e destek veren söylemleri, Amerikan yönetimi tarafından “antisemitik” olmakla itham edildi.
ABD’nin İsrail’e verdiği desteğin önemli bir boyutunu ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) daimî üyesi olarak elinde tuttuğu veto kartı oluşturuyor. Geçmişte BMGK’nin İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngören başta 242 ve 338 sayılı kararları olmak üzere bazı önemli kararlarında veto kartını kullanmayan ABD, İsrail’in son saldırıları karşısında bırakın İsrail’i kınamayı, taraflara ateşkes çağrısı yapan tasarılara bile karşı çıktı. Bu bağlamda ABD’nin BMGK’de veto yetkisini en fazla kullandığı konuların İsrail’in işgal politikası ve Filistin’le ilgili olduğu da unutulmamalı.
Bölgesel dengeler
İsrail’in kurgusal “meşruiyetine” zemin hazırlayan ve Filistin’deki işgal politikasında bu denli cüretkâr davranmasında etkili olan üçüncü faktör, bölgesel dengeler ve aktörlerin farklı çıkar hesaplarıyla ilişkili. Bu faktör Filistin sorununun ilk ortaya çıkışından ve yaşanan Arap-İsrail savaşlarından bu yana etkili. İsrail Filistin topraklarının tamamını, bölge ülkelerinin farklı çıkar hesapları ve uyumlu hareket edememesi sonucunda işgal edebildi.
Başta son dönem gelişmeleri olmak üzere Filistin’in işgal süreci uluslararası toplumun gözü önünde açık bir şekilde gerçekleşirken, Batı ülkelerinden bırakın eleştiriyi, hızlı bir şekilde ve arka arkaya gelen İsrail’e destek açıklamaları, antisemitizm tabusunun hâlâ büyük ölçüde etkili bir şekilde devrede olduğunu gösteriyor. Antisemitizm tabusuna, son dönemde Avrupa ülkelerinde artan İslam karşıtlığı ve İslamofobinin de eklendiği söylenebilir.
Bölgesel dengeler özellikle son on yılda İsrail’in lehine değişmiş durumda. Üstelik İsrail bu değişim için büyük bir maliyete katlanmak zorunda da kalmadı. Bu bağlamda, Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinin ardından Camp David düzeninin sarsılması ihtimali nedeniyle büyük kaygı duyan İsrail, 2013’te düzenlenen darbeyle ve Suriye’deki iç savaşın yoğunluğunu artırarak devam ettirmesiyle rahatladı. Bölgede değişim-statükoyu koruma mücadelesinde statükocu blok ile üstü örtülü işbirliği yaptı ve ABD desteğinin de etkisiyle Filistin’deki işgal politikasında kendisine daha rahat bir hareket alanı buldu.
İsrail bu bağlamda, ABD ve bazı bölgesel aktörlerle birlikte Filistinlilerin fikri alınmadan hazırlanan “Yüzyılın Anlaşması” girişiminde bulundu ve bunun başarısız olmasının ardından yine aynı aktörlerin desteğiyle “İbrahim Anlaşmaları” adı verilen ve Filistin meselesi ile işgali görmezden gelen farklı bir mecraya girdi.
Dolayısıyla bölgede farklı aktörler arasında dinamik bir şekilde cereyan eden nüfuz mücadelesi ve jeopolitik rekabet, İsrail’in Filistin konusunda daha rahat adımlar atabilmesine olanak sağladı. İsrail’in son saldırıları sırasında Arap Birliği’nin veya İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kısa vadede hızlı ve kararlı adımlar atamaması büyük ölçüde bununla ilişkili.
Sonuç olarak, İsrail’in son dönemde başta Kudüs ve Gazze olmak üzere Filistin topraklarında uyguladığı saldırgan politikadan beklentisi, Gazze saldırısında taktik hedeflerine ulaştıktan sonra yapılacak bir ateşkes ile konunun yeniden sönükleşmesi ve gündemden düşmesidir. Fakat son dönem gelişmelerinin İsrail’in beklentilerini karşılayıp karşılamayacağı henüz net değil. Zira son şiddet sarmalında daha önce etkili olmayan farklı dinamiklerin de devrede olduğu görülüyor. Örneğin İsrail vatandaşı Filistinlilerin uğradıkları haksızlıklara ve İsrail’in işgal politikasına yüksek sesle itiraz etmeleri veya bu kesime yönelik sistematik saldırılar daha önce bu kadar yoğun değildi.
İsrail’in Filistin’deki işgal politikasında bu denli rahat hareket etmesi, her halükârda yukarıda ifade edilen antisemitizm tabusu, ABD desteği ve bölgede Filistin konusunda uyumlu ve tutarlı politikalar izlenmemesiyle yakından ilişkilidir. Bu faktörlerin tamamında veya en azından birinde meydana gelecek bir değişiklik, İsrail’in Filistin’de bundan sonra atacağı adımları da etkileyecek nitelikte olacaktır. Diğer bir ifadeyle, yaptığı eylemlerin maliyetinin artacak olması veya hesap verme ihtimali, İsrail’in Filistin’deki işgal politikasında eskisi kadar rahat hareket edememesi sonucunu ortaya çıkaracaktır.
[Prof. Dr. Ferhat Pirinççi Bursa Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi ve SETA Güvenlik Çalışmaları Direktörlüğü’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapmakta olup Ortadoğu ve silahlanma üzerine çalışmaktadır]