İSTANBUL – AYŞE BÜŞRA ERKEÇ
AA muhabirine konuşan Yazar Prof.Dr. İskender Pala, lalenin Türkiye’nin öz evladı olduğu için çok sevildiğini ve tarihi süreçte bu sevginin, edebiyat ve şiire yansıdığını söyledi.
Edebiyat alanında, sadece lale çiçeğini konu edinen kitapların da kaleme alındığını belirten Pala, “Orta Asya’dan itibaren, Türk medeniyetini, Selçuklular döneminde etkilemeye başlamış, dolayısıyla Türk edebiyatının ilk aşamasından itibaren divan edebiyatı akımının klasik tarzda ve İslam medeniyetinden güç alan şiirler yazıldığı dönemden itibaren de sembolleşmeye başlamıştır.” diye konuştu.
Pala, bir obje olarak veya objeyi daha da özelleştirerek lale hakkında kitap yazmanın, albüm oluşturmanın ve resimlerini çizmenin toplum içerisinde popüler bir akım haline geldiği için edebiyatçıların ve şairlerin de bu duruma kayıtsız kalamadığını anlatarak, şöyle devam etti:
“Edebiyat ve şiirin içinde yer alan semboller dünyasında, lalenin pek çok sembolü vardır. Allah, Lale ve Hilal isimleri ‘Elif’, ‘He’ ve iki tane ‘Lam’ harfinden oluşan aynı harflerle yazılır. Bunun ebced hesabına baktığımız zaman ise toplamı 66 eder. 66 rakamının ebceddeki göstergesi gibi edebiyatçılarda da ‘Lale’, ‘Allah’ ve ‘Hilal’ ismi arasında hiç durmadan göndermeler yapılır. Allah, Lale ve Hilal İslam medeniyetinin kutsalları arasında sayılır. Çünkü sembol olarak onun verdiği anlam, ‘Allah’ olur. Bu, ressam lale çizdiği zaman veya bir şair lale yazdığı zaman ifade etmek istediği göndermelerini, farklı açılarda da zengin bir dünyaya açmış olur. Bu bakımdan hakkında kitaplar yazılan, sembol dünyası oldukça geniş olan lalenin, edebiyata yansıyan yönüyle de ayrıca sembolleri oluşmuştur. Lale, bir tek dal üzerinde olan bir tek çiçektir ve şairler bunu çok kullanır. Bu durumda lale vahdeti temsil eder.”
“Lale, Allah’ın kuşatıcılığı gibi göndermelerle şiirde yer edinir”
Lalenin sahip olduğu gövdesinde altı yapraklı olduğunu ve bu 6 yaprağın farklı anlamlar taşıdığını söyleyen Pala, “Lalenin kokusu yoktur, renk olarak kırmızının tonları içerisinde yer alır ve 6 yapraklıdır. Lale bahçelerine bakın, yaprakları 6’dan fazlaysa onun genleriyle oynanmıştır. Hakiki lale, 6 yapraklıdır ve 6 yapraktan bir çanak oluşturur bu da 6 yönü yani ön-arka, sağ-sol ve alt-üst temsilindedir.” şeklinde konuştu.
İskender Pala, lalenin Allah’ın kuşatıcılığı, her şeyi bilmesi, onun dışında hiçbir şeyin olmaması gibi göndermelerle şiirde yer edinmeye başladığını anlatarak, “Tabii bunların yanında sevgilinin yanağı da laleye benzer. Genç bir kız utandığı zaman yanağında oluşan pembeleşme, bir lalenin rengidir. Şairler bu bakımdan ‘lale yanaklı’ diye bahsettiklerinde aslında sevgilisine güzel söz söyleyerek onun kendilerine bir nevi olumsuz davranmadığını, şairin sözü nedeniyle mutlu olup yüzünün kızardığını-pembeleştiğini belirtip övünerek yazar. Şair böylece, reddedilmediğini şiiriyle anlatmış olur.” dedi.
“Lale ‘Has Bahçe’ çiçeğidir”
Lale çiçeğinin taşıdığı semboller dışında toplumda özel bir çiçek olmasının nedenlerini anlatan Pala, “Lale bir ‘Has Bahçe’ çiçeğidir, yani lale, kenarın dilberi değildir, özel yetiştirilir, özenilmiştir. Lalenin kenarda yetişenlerine, gelincik diyoruz. Gelincik kendine başına açar ve ömrü azdır.” ifadelerini kullandı.
Pala, lale çiçeğinin sahip olduğu renklerine de farklı anlamlar yüklendiğini vurgulayarak, şunları söyledi:
“Beyaz ile kırmızı arasındaki bütün lalelerin çiçek olarak özenilerek, yetiştirilmiş bir nesneye dönüştürülmesi ise insanların ona verdiği değerle örtüşür. Bunun haricinde sanat ve ilimle uğraşan pek çok insan, lale yetiştirmiştir. Ebussuud Efendi, Kanuni Sultan Süleyman döneminde çok ünlü bir lale yetiştiricisiydi. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren, Manisa’dan İstanbul lale bahçelerine gelmeye başlayan çiçeğin, tarhlar halinde kırmızı, mor, sarı ve pembeleriyle öbek öbek yer alması, şairlerin dünyalarına da pek çok şey katmıştır. Lale Devri dediğimiz devir, çiçeğin 15. yüzyıldan yani Fatih döneminden itibaren İstanbul muhitlerinde ve eşraf arasında işlenerek ve güzelleşerek aldığı şeklin nihai noktasıdır. Ona göre bahçeler yapılır, şelaleler oluşturulur, lale çiçeğinin etrafında yer alacak çiçek ve bitkilerin seçilmesi gibi olayların içerisinde de şairlerin şarkılar devreye girer. Sadabad’a ilişkin şarkıları göz önüne getirdiğiniz zaman hemen hemen hepsi, lalezarlardan ve lalelerden bahseden şarkılardır ve laleyle ilgili pek çok şiirin bestelenmesinin nedeni de bu yüzdendir.”
Şair ve edebiyatçıların, lale ile ilgili kelime oyunları ve ebced hesaplarıyla espriler yaptıklarını dile getiren Pala, “Lale, edebiyatta o kadar zengin bir dünya ifade eder ki Fatih Sultan Mehmed’in kendisi, lale üzerine şiirler yazarak bu geleneği başlatmış bir adamdır. Onun devrinde Necati Bey diye bir şairin ‘Lâle-hadler yine gülşende neler etmediler…’ diye başlayan meşhur şiiri, neredeyse bütün şairler tarafından taklit edilmiş, nazireleri söylenmiş ve ‘Bundan daha güzeli nasıl söylenebilir?’ şeklinde birbirine benzeyen ve devam eden asırlarda, birbirini aşmak isteyen şairlerin hedefi haline gelmiştir.” bilgisini verdi.
“Lale, bizim öz çocuğumuz”
Edebiyatta “Lale”yi anlatmanın sonunun olmadığını vurgulayan Pala, her sene yetiştirilen laleye farklı isimler verildiğini belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Her şair, her sene yetiştirilen laleye farklı bir isim verirdi. O isimler çok büyülü, romantik isimlerdir. Bunlar arasında mesela ‘Gönül Yarası’ veya Tir-i Müjgan gibi isimler vardır. Tir-i Müjgan kirpik oku manasındadır, demek ki bu lalenin İstanbul lalesine benzeyen sivri bir hali vardı. Gönül Yarası adını taşıyan bir lalenin de kırmızılığının kalbi ve koyulaşmış bir yarayı düşündürdüğünü anlayabiliriz. Bunun gibi yüzlerce lale ismi vardır. Emirgan Korusu’ndaki bütün lale isimlerine baktığımız zaman ise maalesef Batı medeniyetinden alınıp, bizatihi konulmuş isimler olduğunu görüyorum halbuki lalenin vatanı Türkiye’dir.”
“Lalelerimizin Latince isimlerini yazmak bizim ayıbımızdır”
Batı’da laleye “Tulip” denildiğini ifade eden İskender Pala, şöyle devam etti:
“Avusturya elçisi olarak görev yapmış olan Ogier Ghiselin De Busbecq’in, Sultan Ahmed’de kahvehanede otururken, dönemin gençlerinin sevdiği kıza mesaj vermek için kulağına farklı anlamlar taşıyan lale taktığını görür ve dikkatini çekmiş çünkü onun memleketinde böyle bir çiçek yoktur. Gençlerden birine başını göstererek, ‘O nedir?’ diye sorar. Genç de kulağına taktığı laleyi unutmuş olacak ki cevaben ‘tülbent’ der yani Tulip, tülbent kelimesinden gelir. Bu olaydan sonra Busbecq, lale soğanlarını alıp, İstanbul’dan Avusturya’ya kaçırdığı ve Hollanda’ya gönderdiği kitap sandıklarının arasına saklayarak oradaki dostuna, ‘Bu soğanlar senin çok hoşuna gidecek, çok güzel çiçek açar. Türkler buna tülbent diyorlar.’ diye bir mektup yazmıştır. Yani lale, bizim öz çocuğumuzdur ama şimdi Emirgan’da onu başkalarının ismiyle çağırıyoruz. Yani Emirgan Korusu’nda, veya Türkiye’nin başka lale bahçelerindeki lalelerimizin Latince isimlerini yazmak bizim ayıbımızdır. Bu isimler bizatihi bizimdir çünkü çiçek bizden gitmiştir Avrupa bile hala bizim adımızı kullanıyor.”