“Aile Arasında”, “Kadın İşi: Banka Soygunu”, “N’apcaz Şimdi?”, “Pars: Kiraz Operasyonu” adlı filmlerle “Kurtlar Vadisi”, “Sen Anlat Karadeniz”, “Güvercin”, “Şefkattepe” ve “Sakarya” adlı dizilerin de aralarında bulunduğu çok sayıda yapımda rol alan sanatçı Erdal Cindoruk, “”Nostaljik duygu her zaman insana daha bir mutluluk verir. Ben milli filan gibi bakmıyorum meseleye. Başka bir şey söylüyorum, kendi değerlerimizden uzaklaşmamak lazım.” dedi.
Sanat yaşamında 40. yılını kutlayan usta oyuncu, yönetmen ve eğitimci Cindoruk, Adana’da başladığı tiyatro oyunculuğunu, İstanbul’da sürdürdüğü televizyon serüvenini, sinemada kendisine biçilen “kötü adam” rollerini ve Bodrum’da açtığı DİTTO Oyunculuk Akademisi’ni AA muhabirine anlattı.
Merhabalar Erdal bey, hoş geldiniz.
“Merhaba efendim. Siz de hoş geldiniz Eskişehir’e.”
TRT’nin Gönül Dağı setindeyiz.
“Setimiz Sivrihisar’da. Mekanımız orası. Gönül Dağı’mız orası. Sivrihisar’da öyle bir dağ var ki başka bir yerde bu işi çekebilmek zor yani. Adı Gönül Dağı, enteresan da bir dağ.”
Mistik bir tarafı var mı o dağın sizin için?
“Vardır. Gidip görürseniz, diğer normal dağlar düzdür. Bunun her tarafı krater gibi, çok değişik sivri sivri. Hakikaten enteresan, güzel bir dağ.”
Nasıl gidiyor çekimler? Çok keyifli bir ekibiniz var galiba?
“İyi gidiyor. Kesinlikle çok keyifli. Biz yaklaşık 5 aydır çalışıyoruz. Ondan önce de hazırlık sürecimiz vardı. Buradan Sivrihisar 1,5 saat sürüyor. Hazırlanıyor, çekiyor, bitiriyoruz. Sonra 1,5 saat daha geliyoruz. Biraz zor oluyor ama hakikaten eğlenceli de. Ekibimiz çok iyi. Gerek Kanalımız TRT, kamera arkasında yapım ve teknik ekibimiz, gerekse oyuncu arkadaşlarımız çok iyi.”
Reytingleriniz de maşallah iyiymiş?
“Tabii, çok iyi.”
Bölümlerinizi izliyor musunuz?
“Ben kaçırmıyorum. İlk defa kendi oynadığım diziyi kaçırmamaya çalışıyor, her hafta izliyorum. Yani sahneleri çekerken falan başka ama diziyi normal vatandaş gibi seyretmek istiyorum hep. Dizimi hiç kaçırmadan izliyorum.”
Kardeşiniz Düğüncü Muammer ile barıştınız mı?
“Bizim sulh olmamız pek mümkün değil. Hep çekişmeler devam edecek. O başka bir şey. Hacivat-Karagöz esprisinin oluşması, çatışma çıkması için iki karakterin devamlı kavga-gürültü, aksiyon halinde olması gerekiyor. Diziye başka bir soluk getiriyor. İnsanlar çok da sevdi sanırım. Bunlar belli ki küçükken de böyleymiş. Muammer, Hüseyin’i devamlı dövüyormuş belli ki. Buraya yansıması o. ‘Sopanın gavur tarafıyla girerim.’ diyor arada. İki kardeşin çekişmesi, bizim Anadolu’da hemen hemen her evde vardır. Küçük kardeşi, büyük kardeş arada ezer, arada bir şaplatır. Öyle bir esprisi var. Ama aralarında duygusal bir şeyler olacak galiba önümüzdeki bölümlerde .”
“İnsan çocukluğunda ne yaşarsa büyüdüğünde de onu istiyor”
Adana’da doğmuş, kırlar, bahçeler ve doğanın içinde büyümüşsünüz. Gerçi son yıllarda Bodrum’a taşınmış, orada da aynı ortamı oluşturmuşsunuz ama önce çocukluğunuzu biraz anlatır mısınız bize?
“Evet, doğru, oluşturdum. İnsan çocukluğunda ne yaşarsa büyüdüğünde de onu istiyor. Çünkü zaten onlar çok güzel şeyler. Bizim çocukluğumuz alabildiğine özgür, oturduğumuz yer bağların olduğu yerlerdi. Ne olacak? Okula gider, okuldan gelir, eğer berbere falan çırak olarak işe koymamışlarsa bizi, bağlara giderdik. Bağlarda, dardağan dediğimiz, leblebi gibi bir meyve vardır. Çok güzeldi. Büyük büyük ağaçlara tırmanıp dardağan toplardık. Onu yedikten sonra İzmirliler çağla der, bademler vardı, erikler ve portakal ağaçları… Adana işte, güney. Memleketin içinde sulama kanalları var. Çocuklar, boğulmasın diye girmek yasaktır ama biz girerdik. Oralarda yüzmeyi öğrendik. Çok güzel bir çocukluk geçirdim hakikaten. Akşama kadar kimse karışmaz sana. Gezer, tozarsın. Yorgunluktan bitap, ‘Ana, yemek pişti mi?’ diye eve girerdik.”
Ağabeyiniz Zafer Doruk, Orhan Kemal ve Oktay Akbal öykü ödülleri almış bir edebiyatçıymış öyle mi?
“Evet, ağabeyim edebiyatçı. Çok güzel öyküleri, ödülleri var evet. O da çocukluğumuzun öykülerini yazdı.”
Dizideki kardeşlik gibi miydi ilişkiniz? Onunla aranız nasıldı?
“Yok, ağabeyim iyi adamdı. Biraz kızdırırdı. Ama şaplak atmak falan yoktu. O iyi adamdı. Lise çağlarından beri sürekli edebiyatla ilgilenirdi. O da film çekmeye çalışırdı. Belki ondan bize geçmiştir bu aktörlük durumları. O zamanlar fotoroman diye bir şey vardı. Beni ve arkadaşlarımı, çöpe falan salar, bizim fotoğraflarımızı çeker, ‘Fotoroman yapacağız.’ derdi. Biz de artist olma hevesiyle yapardık. Edebiyatçı ve sanatçı kişiliği vardı hakikaten. Bol bol yazardı, lisede gazeteyle başladı. Sonradan edebiyatçı oldu, kitapları çıktı. Ağabeyim diye demiyorum hakikaten güzel öykü kitapları var.”
Ağabeyiniz, oyuncu yeğeniniz Caner Cindoruk’un babası değil mi?
“Evet Caner’in babası. Caner de benim peşimden geldi, oyunculuk, tiyatro falan.”
Oğlunuz Alican Cindoruk da ‘Sen Anlat Karadeniz’de oynadığınız Fikret karakterinin gençliğini oynamıştı. Oyunculuğa devam ediyor. Oğlunuz da peşinizden gelmiş öyle değil mi?
“Evet, sonra da oğlum geldi sayılır. Gençliğimi arıyorlardı. ‘Gençliğimi arıyorsanız, oğlumu oynatın’ dedim. Gençlik fotoğrafımı buldum ve onun fotoğrafını koydum yan yana. Aynı yani. Hemen ‘Alican’ı oynatıyoruz.’ dediler. Sen Anlat Karadeniz’de Alican oynamıştı. Geçenlerde Gönül Dağı’nda da gençlik hikayem oluştu. Yine Alican geldi aklımıza. Ama ‘Adamın gençliğini sürekli oğlu oynuyor’ demesinler, dedik. Sonra genç bir arkadaşımız geldi, çok başarılı oldu. Bizde böyle aile boyu edebiyat ve sanat var. Ben gençken Gırgır Dergisi’nde amatörler için ‘Çiçeği Burnunda Karikatürcüler’ diye bir sayfa vardı. Rahmetli Oğuz Aral’a karikatürler gönderirdik. O da bize ‘Gereksiz taramalardan kaçının.’ diye eleştirilerde bulunurdu. Ben karikatür çiziyorum, resim yapıyorum aynı zamanda. Ailede biraz sanat durumu var galiba, doğru söylüyorsunuz.”
Ama karikatürist değil oyuncu olmuşsunuz?
“Evet, o zaten bir seçim olmalıydı. İkisi de bir arada çok gidebilecek işler değil. Karikatür çok emek isteyen bir şey. Hayatı vakfetmek lazım. Tiyatro ağır bastığı için ben tiyatro tarafında oldum.”
“Bir yandan tabelacılık, bir yandan tiyatro yaptım”
Bu arada kunduracılık mesleği de yer almış hayatınızda. Ağabeyinizle birlikte mi yaptınız?
“Rahmetli eniştemin bir kundura dükkanı vardı. Biz sırayla onun yanında çalışırdık gençken. Okul bittikten sonra gider yanında çalışırdık. Bir ara ağabeyim de eniştemle birlikte çalıştı. Ondan sonra işportada ayakkabı, terlik sattı. Ben de ayakkabıcılık yaptım. Sonra tiyatroyu seçtim. Rahmetli Cengiz Sezici benim ustamdı. Onu da burada rahmetle anayım. Beni bu işte yetiştiren, usta olarak bellediğim adamdır. O da tabelacılık yapardı mesela, bir yandan tiyatro yaparken. Çünkü tiyatrodan karnımız doymuyordu. Mecburen bir başka meslek daha edinmek durumundaydık. Cengiz ağabey de çok iyi bir tabelacıydı. O zamanlarda bilgisayarda yaz yapıştır değil. Sopayı koyuyor, yazılar yazıyor, çiziyorsun falan. Dolayısıyla resim de oradan geldi. Bir yandan tabelacılık, bir yandan tiyatro yaptım.”
Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarının kurucularındansınız değil mi?
“Adana Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrolarında başladım. Kurucusu değilim. O çok eski zamanlara Nejat Uygur’a falan dayanıyor. Ben yetiştikten sonra Seyhan Belediyesi Şehir Tiyatrosunun kuruculuğunu ve sanat yönetmenliğini yaptım. Rahmetli Ahmet Cevdet Yağ Belediye Başkanımızdı. Her seferinde adını yad ediyorum. Belediye başkanlarının isimlerinin ancak böyle bir tiyatro salonu ya da tiyatro ekibi kurduklarında ölümsüzleşeceğine inanırım. Örnek olsun diye ismini hep yad ederim. O, Seyhan Şehir Tiyatrosunu kurdu. Ona buradan rahmet dileyelim. Ben kuruculuğunu yaptım. 10 yıl kadar orayı götürdük, sonra başka arkadaşlara devrettik. Onlar devam ediyor şu anda.”
Caner Cindoruk ve oğlunuz Alican da sizin izinizden, sonra İstanbul’a geldi değil mi?
“Tabii. Caner, Adana Çukurova Üniversitesinde İşletme okuyordu. Ama doğru, İstanbul’a arka arkaya takıldık, geldik. Orada yetiştiler, İstanbul’da ürün vermeye başladılar. Yetenekli çocuklar oldukları için kendi yollarını rahatlıkla bulabildiler yani.”
Yanılmıyorsam, seyirci sizi Kurtlar Vadisi’ndeki karakterinizle tanıdı ve Osman Sınav ile yolculuğunuz birçok projede devam etti, değil mi?
“Evet. Ben Osman Sınav’a çok saygı duyarım. O da benim sinemadaki ustamdır mesela. Bana sinemayı öğretti. Onunla çalışmaktan büyük gurur duydum ve keyif aldım. O yüzden hep önceliğim oldu, olmadı değil. Ama tabii ki herkesle çalışırım. İyi bir senaryo ve sinema filmi varsa sadece onunla çalışırım diye bir şey yok. Mesela şimdi Ferhat kardeşimizle çalışıyoruz. Kurtlar Vadisi setinde de vakti zamanında çalışmıştık. Gönül Dağı’nın yapımcısı Ferhat Eşsiz. O da sağ olsun, çok düzgün bir arkadaşımız.”
Hem komedi hem de gerilim karakteri de oynayabilecek bir yüzünüz var. ‘Oyuncunun bedeni enstrümanı ve yüzü maskesidir.’ derler. Siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz bu anlamda?
“Çok şükür şu sorulara geldik. Çok güzel bir soru sordunuz. İşte dedik ya, her şeyden yaftalanıyoruz. ‘Kötü adam oynar Erdal Cindoruk.’ Niye ya? Ben kötü adam mıyım da kötü adam oynayayım? Öyle bir şey yok. Biz oyuncuyuz. Bir de tiyatrodan gelmişiz zaten, orada yetişmişiz. Bizim envai çeşit rolü denemek, oynamak, başarmak gibi bir derdimiz var. Bunları yıllarca anlatamadık kimseye. Ben yıllarca tiyatroda komedi yaptım, komik adamları oynadım. Ama sinemaya geçtim birden bire kötü adam oldum. Daha da inmez aşağı, durumu oldu. Baktım bu böyle olacak gibi değil. Yönetmenler, yapımcılar kötü adam oynatmak istiyor. Geçen yaza kadar bana kaç tane teklif geldi, hepsi mafya babası. Usandım ben mafya babası oynamaktan. Bir amuda kalkarak mafya babası oynamadım. Onu da oynamak istemiyorum zaten. Dedim ki ‘Teşekkür ederim’. Sağ olsunlar teklif getiriyorlar ama ben başka şeyler oynamak istiyorum. O biraz hazırcılık oluyor. Gönül Dağı’nda da görüldüğü üzere gayet komiğim, değil mi? Şirin, saf, çocuk gibi bir adamı oynuyorum yani. Demek ki sadece kötü adam oynanmıyormuş.”
Evet, tabii ki. Karakterinizin çocuk ruhu da var.
“Çünkü ben rolde öyle yola çıktım. Küçükken biri 11, diğeri 13 yaşında ağabeyim vardı. O onu ezer, O onu korur, O onu düşürür, kaldırır. Hep onlar gözümün önüne geliyor. Çocuk ruhlu bir adam olarak kalmış. Bugünü de aynı ilişkiler içerisinde oynayalım, ilişkimiz yine öyle olsun. Bence güzel oldu sanki.”
Sinema geçmişinizde çok değişik roller ve karakterler var aslında. Sinemada, seçme şansınız yüksek gibi değil mi?
“Evet, çok güzel projelerim var. Sinemayı seçme şansım oluyor. Orada daha yüksek. Sinema artık daha keyfi yaptığımız bir iş oldu. Daha çok olmak istediğim projede oluyorum. İlk başlarda seçemedim ama şimdi daha çok seçiyorum.”
Oynamayı istediğiniz bir karakter var mı? Bu tarihten de bir kimlik olabilir. Gerçek bir karakter de olabilir.
“Mesela Yavuz Sepetçi kardeşim Atatürk’ü oynadı. Tarihi bir kişiliği oynamak isterim. Ona hazırlanmak daha keyifli oluyor gibi geliyor bana. O hep kafamda olmuştur. Ben de mesela hep cebime bir tip atar, biriktiririm. Bir tane adam görürüm ve başlarım o adamı incelemeye, izlemeye, gözlemeye, onun ruhunu anlamaya. Konuşmasına, tonlamasına, trükleri ne diye bakarım. Onu mutlaka oynamam gerekiyor. Bu sokaktaki bir adam da olabilir, restorandaki bir garson da olabilir. O anlamda tipleri biriktirir cebime koyarım. Böyle var birkaç tane tip. Zamanı geldiğinde güzel oluyor, o zaman başarılı oluyor. 3-5 yıl o insana çalışıyorsun. O insana değer veriyorsun. Hiç de unutmam onları, onlar kalır cepte. Projeye de geçtiğinde çok güzel oluyor.”
Şivelerdeki başarınız bu gözlemlerden dolayı mı? Adanalısınız ama bir Karadenizliyi, laz şivesini başarıyla konuşuyorsunuz.
“Belki onlardan dolayı olabilir. Çok dinlerim insanları. Osman usta (Sınav) ‘Sana şimdi Trabzonluyu oynatacağız, gidersin Adanalı gibi konuşursun.’ dedi bana. ‘Allah, Allah. Dene gör o zaman. Olmadan niye söylüyorsun.’ dedim. Gittim, yoldaki adamlar ‘Sen buralısın değil mi?’ dedi. ‘Yok ben Adanalıyım.’ dedim. ‘Hadi canım, sen buralısın.’ dediler. ‘Tamam buralıyım.’ dedim. Çok inandırıcı oldu. Şive meselesi sadece ‘Geleyrum, yapayrum, edeyrum’ meselesi değil. Şive aynı zamanda bir melodidir. Her yerin ayrı bir melodisi vardır. Antep’in, Adana’nın, Karadeniz’in bir melodisi vardır. Gırtlak meselesi önemli. Nereden çıkarıyorlar? O melodi nasıldır? Önce onu dinlersin. Önemli olan o melodiyi onlar gibi tonlayabilmek, söyleyebilmek. Dolayısıyla ben o konuya da dikkatli bakarım ve hiç de korkmam. Hangi şive olursa olsun ona dalarım. Galiba da başarıyorum.”
Bodrum’daki evinizi satın alırken galiba almak istediğiniz ev için paranız yetmemiş tam vazgeçtiğiniz anda evin sahibi istediğiniz parayı kabul etmiş ve siz o evi almışsınız, öyle mi?
“Siz nereden biliyorsunuz bunu? Tam araştırmacı gazeteci böyle oluyor demek ki. Bir yanlış anlaşılma olmuş. Emlakçının bize söylediği para farklıydı. Uygundu ve koşa koşa gittik. Allah Allah, alakası yok. Bayağı bir fark var. Dedik ki, ‘Adam böyle dedi’. Öteki dedi ki, ‘Ben böyle demedim.’ Emlakçı ‘Hayır sen öyle dedin.’ dedi. Bunlar kavgaya tutuştu. Ben ‘Görüşürüz.’ dedim, gittim. Yani ne yapayım? Onlar başta yanlış anlamış birbirlerini. Valla, aynı gün ya da bir gün sonra, sağ olsun Mehmet Kaptan kardeşim, aradı, ‘Evet yanlış anlaşılma olmuş ama ben bu evi, bu paraya size vermeye karar verdim. Biz sizi çok sevdik. Ev alma komşu al budur herhalde.’ dedi. Onlar üst tarafta, bahçe kapımız birleşik. Böyle bir durum oldu. Sağ olsunlar daha kolay aldık. Hali hazırda o evde yaşıyoruz. Sıkıldım İstanbul’dan, çok kalabalık. Kızım oldu Kumru.”
“Yeni nesilde biraz acelecilik var. Hemen dizilerde oynayalım istiyorlar”
Ne güzel ismi var kızınızın, Kumru. Allah bağışlasın.
“Sağ olun. Evet, çok güzel isim değil mi? Ben de çok seviyorum. Onun da hikayesi var. O zamanlar daha Kumru doğmamış, eşim hamileydi. Pencerenin önünde isim tartışıyoruz. Tam o sırada pencerenin önüne bir kumru geldi ve kondu. Kımıldamadı, ürkmedi bizim pencerenin önünde kaldı. Eşim Duygu dedi ki; ‘Kızın adını buldum.’ Ben de anladım ne demek istediğini aslında. ‘Kumru mu?’ dedim ‘Vallahi Kumru’ dedi. ‘Vallahi evet Kumru, bence de.’ dedim. Onun da öyle güzel, hoş bir hikayesi var. Kızımın adı Kumru.
İşte orada yaşıyoruz. Gittik durmadık yine. Benim kayınpederim de tiyatrocudur. Dedik ya, ailece, sülalece öyleyiz. O da orada durmadı. Bodrum Şehir Tiyatrosunu kurdu. Uğraştı, çabaladı, oluşturdu sağ olsun. Hüseyin Akşen, benim kayınpederimdir. Bizi de topladı etrafına. Dedi ki, ‘Bizim de burada artık bir şehir tiyatromuz var.’ Sağ olsun Belediye Başkanımız Mehmet Kocadon da bizi bir araya getirdi. Bodrum’da Bodrum Şehir Tiyatrosunu böylece kurduk.”
Tiyatro Akademi’yi de ayrıca mı kurdunuz
“Evet o da var. Onu ayrıca ben kurdum, özel. Bodrum’da çok da büyük bir eksiklik olduğunu hissettim. Bizim de işimiz bu. Başka ne iş yapacağız? Evet, oyunculuk atölyesi, Ditto Oyunculuk Akademisi’ni kurdum. Orada çocuklara, gençlere hatta yetişkinlere tiyatro eğitimi veriyoruz. Onları yetiştireceğiz ve sonra birlikte sahneye çıkacağız. Bir oyun hazırlayacağız.”
Eğitmenlik yapmayı seviyorsunuz galiba. Adana, ardından Bodrum devam etmiş. Nasıl buluyorsunuz yetişen yeni nesil çocukları, gençleri?
“Yeni nesilde biraz acelecilik var. Hemen bir an önce oyuncu olalım, dizilerde oynayalım istiyorlar. Öyle bir dünya yok yani. ‘Bizim çocuk yetenekli, bir elinden tut.’ Bunu her fırsatta söylüyorum. Tutayım elinden tamam da, bunun elinden tutup götürmekle alakası yok. Bu bir eğitim meselesi. Bunu insanlara çok iyi anlatmak gerekiyor. ‘Bizim oğlan çok güzel bilmem kimin taklidini yapıyor.’ Böyle tiyatrocu, oyuncu olunmaz. Bu iş eğitim meselesi. İlla konservatuvar olması şart değil. Özel eğitim kurumları da var, Erdal Cindoruk’un kurduğu gibi mesela. Gel, orada 2-3 senede bu işi birlikte öğrenelim, belli bir yere getirelim seni. Eğer zaten senin yeteneğin varsa, bir şey olacaksa, oradan yürü git sonra. İyi bir şey olur mutlaka. Öyle elinden tut değil, eğitim şart.”
Oğlunuz Alican’ı ve yeğeniniz Caner Cindoruk’un oyunculuklarını nasıl buluyorsunuz?
“Alican, iletişim fakültesini bitirdi. Oyunculuk da yapıyor, var bir yeteneği. O da seviyor oyunculuğu. Ama menajerlik yapıyor. İnşallah önümüzdeki zamanlarda benim de menajerim olacak. Şu anda çalıştığımız bir arkadaşımız var. Henüz geçemedik. Ona geçeceğiz mecburen. Annesi çok kızıyor çünkü, ‘Niye oğlanla çalışmıyorsun?’ diye. ‘Çalışacağım.’ dedim, o kendini iyice geliştirsin, onunla da çalışacağız. Hem menajerlik hem oyunculuk yapıyor Alican. İyi, fena değil, yani yetenekli sayılır. Caner’i artık ben değerlendirmeyeyim. Caner kendini kanıtlamış bir çocuk.”
Caner Bey ekran başındaki kadınları sinir ediyor Sadakatsiz dizisindeki rolüyle biliyor musunuz?
“Evet, öyleymiş. Çocuğa bol bol saydırıyorlarmış.”
O da ilginç aslında. Kendisini hep ılımlı karakterlerde izlemeye alıştığımız için bu rolüyle bunu yapması bir başarı değil mi?
“İşte biz bunları seviyoruz, anlatabiliyor muyum? Ben de bunu söylüyorum yani. Hep böyle mülayim, yakışıklı çocuk rolleri değil. Oyuncu bu. Başka şeyler de oynasın. O kendisi de farkına varsın oyunculuğunun. Aynı adamları çık oyna, oyna. Eskiden, Yeşilçam zamanlarında öyleydi. Aynı adamlar, aynı rolleri oynardı, gelip geçerdi. Ama artık öyle değil ki. Her şey gelişti. İnanılmaz yetenekli gençler var. Dünyayı seyrediyorlar. Artık oyunculuğun başka bir mecrada olduğunu onlar da keşfetmiş durumda. Adam Hollywood’un, Avrupa’nın işlerine bakıyor. Jön oynayan bir adam, bir bakıyorsun psikopat bir adamı oynuyor. Orada var bu ama bizde yok. Bizde belli çocuklar iyidir ve onun dışında, kötü adamlar kötüdür. Öyle bir şey yok. Bu değişsin. Başka roller de oynasınlar ve seyirci onları başka rollerde de izlesin.”
Caner Cindoruk gayet başarılı ve iyi oynuyor
Kendi diziniz Gönül Dağı’nı her bölüm kaçırmadan izlerken, Sadakatsiz’i de izliyor musunuz her bölüm?
“Ben sadece kendi dizimi kaçırmıyorum. Sadakatsiz’i de birkaç bölüm Caner ve birkaç arkadaşa bakmak için izledim. Ne yapmış, ne etmiş diye. Ustasıyız ya, Caner’e bakmak için birkaç bölüm baktım, izledim evet. Gayet başarılı, iyi oynuyor. Milletin saydırması haklı galiba.”
Böyle takip edip olmadığını düşündüğünüzde ya da tam tersi başarılı olduğunda, söyler misiniz?
“Onu proje öncesi benimle konuşur zaten kendisi. ‘Amca böyle bir şey geldi. Ben de bakıyorum, değerlendiriyorum.’ filan der. Onu birlikte değerlendiririz, sohbetini yaparız. ‘Bence hiç böyle bir topa girme.’ ya da ‘Bence bu bir risk ama almak lazım, dene.’ derim. Mesela bu Sadakatsiz filan gibi. Daha çok proje öncesi değerlendirmesini yaparız. Daha sonra baktığımda mümkün olduğunca olumlu bir gözle izlerim. Çünkü başlamış bir işle ilgili, çok da ‘Sen oynayamıyorsun.’ demem. ‘Şurada, şu durumları biraz daha yoklasan.’ derim ama zaten başarılı bir çocuk, oynuyor aldığı bütün rolleri. Caner, yetenekli bir oğlan yani. Bizim çok söyleyecek bir şeyimiz kalmadı galiba. Ayrıca kendisi de öğreniyor. Bence iyi gidiyor.”
Diziniz devam ediyor ama yakın gelecekte bir sinema projesi ya da sizin kendi özel, yapmayı istediğiniz bir projeniz var mı?
“Benim en büyük projem, Ditto Oyunculuk Akademisi. Şimdi de aktif halde yapıyorum ama ne kadar da olsa çekimlerim var. Eşim Duygu öğretmenlik yapıyor orada. Eşim mimar ama aynı zamanda tiyatrocu. Şahika Tekand’ın öğrencisi. Yıllarca işin eğitim tarafında yer aldığı için çok da başarılı yürütüyor orayı. Geleceğe yönelik benim planım gidip öğretmenlik yapmak orada. Dizi yapmayacağım, tabii mümkün olabilirse. Bu biraz da olanak meselesi. Orası kendi ayakları üzerinde yürürse artık çok fazla kamera karşısına geçmeyi istemiyorum.”
Yoruldunuz mu?
Erdal Cindoruk: “Ben yoruldum ya. Çünkü çok uzun yıllardır yapıyorum bu işi. 1979 yılında tiyatroya başladım, 1981’de de tiyatroya çıktım. 40 yıl olmuş yani. Tabii bizim oynayacağımız roller var elbette. Ama bakalım.”
Siz durmaz, oturmazsınız sanki?
“Oturmam da ama işte bakacağız. ‘Şunu yapacağım, bunu yapacağım.’ diyemiyorsunuz bu dünyada. Biz oyunculuk akademisini açtık, bir ay sonra pandemi koptu. Açsam mı, kapasam mı? Bir sürü zorlukları var. O yüzden ‘Bunu yapacağım.’ demiyorum. Yaşam bize ne getirirse, ne sunarsa onu yaşamak zorundayız. Bizim vereceğimiz kararlar değil onlar yani.”
“Bizim tiyatromuzdan uzaklaştılar”
Eğitmenlik yönünde devam etmeyi istiyor ve diliyorsunuz ancak sahne de sizin için çok özel bir alan anladığım kadarıyla. Hangi oyunlardan büyük keyif aldınız?
“Bu da çok güzel bir soru oldu teşekkür ederim. Zevk aldığınız oyunlar diyorsunuz…
Tiyatro eskide kalsın, yenilensin yeni şeyler yapılsın ama tiyatronun bir özü, metni var. Bizim daha önceden geleneksel Türk tiyatrosundan bugüne gelen tekstler, metinler, oyunlar vardı, yazılırdı. Yani Turgut Özakman, Dinçer Sümer, Recep Bilginer, Nalınlar’ın yazarı Necati Cumalı gibi yazarlar ve onların yazdıkları gibi oyunlar artık yazılmıyor. Çünkü bir kafa geldi 2000’li yıllarda. Böyle merdiven altı tiyatrolar ya da üçüncü katta oyunlar, yabancı yazarların oyunları sahnelendi. İki kalas, bir şeylerle. Türk insanına tamamen uzak bir takım oyunlar bulundu Avrupa ülkelerinden, çekildi cımbızla. ’10 numara oyun.’ dediler hemen sahnelediler. Fakat bizim tiyatromuzdan uzaklaştılar. Ne Recep Bilginer ne Turgut Özakman kaldı. 500 yıl önce yaşamış Shakespeare’in bir oyununu alıyorsun, bugüne uyarlayıp sahneye koyuyorsun o eski olmuyor ama Turgut Özakman’ın bir oyununu oynayana, ‘A, çok eskidi o.’ diyor. Al onu uyarla, ne olur yani? Böyle, böyle biz tiyatro izleyicisini kaybettik biraz. Sadece belli bir seviyeye gelmiş insanlara tiyatro yapmaya başladık bir süre.
Bundan dolayı da atıyorum Üsküdar’da ya da Adana’da bir mahallede oturan insanlar tiyatroya gitmeyi bıraktı. Çünkü onları aşıyordu, çünkü onlar başka bir şey istiyordu. Onlar kendi istedikleri tiyatroyu yaptı ama aslında halkın istediği tiyatroyu yapacaksın ki, sen görevini başarmış olasın. ‘Kendi istediğim tiyatroyu yapacağım.’ dediğin zaman halktan uzaklaşıyorsun. Dolayısıyla ben bundan sonra yapacağım tiyatroda bu eskimiş dedikleri yazarların oyunlarını alacağım. Evet eskimiştir. 1970’i, 1960’ı anlatıyordur ama alırım bugüne adaptasyonunu yapar, sahneye koyarım. Bugünün Türk, Anadolu insanına anlatacağımız hikayeler var.
Bakın işte Gönül Dağı, Anadolu insanının sevdiği, çocukluğunu yaşadığı zamanlar. Nasıl reytingimiz? Çok güzel. Neden? İnsanlar onları seviyor. Japonya’dan, Kore’den oradan buradan hakkını satın alıp uyarlanan işleri seyrediyor ama bunu çok daha fazla seyrediyor, benimsiyor. ‘A, benim çocukluğuma benziyor.’ diyor. Bugün İstanbul’da, Ankara’da, profesör olmuş, belli bir seviyeye gelmiş insanların hepsi Anadolu’dan, biri Adana’nın Kadirli İlçesinden, biri Uşak’ın Bağnaz ilçesinden, biri başka bir yerden çıkmış insanlar. Onların hepsi köyde, kasabada, ilçede yaşadı. O dünyada yaşadılar ve o dünyayı o zaman sevdiler. Bugün Gönül Dağı’nı izlediklerinde o zamanı görmek istiyorlar. Çünkü nostaljik duygu her zaman insana daha bir mutluluk verir. Ben milli filan gibi bakmıyorum meseleye. Başka bir şey söylüyorum, kendi değerlerimizden uzaklaşmamak lazım.”
Siz hatırladığım kadarıyla Bodrum Şehir Tiyatrosunda bu düşüncenizle örtüşen tiyatro oyunlarınızın anonsunu, Yeşilçam formatında otobüslerle yaptınız. Hatta turistleri çekmek için de İngilizce anonsları da araya serpiştirmiştiniz değil mi?
“Evet. ‘Attention, attention!’ diye başlıyordu. ‘Dikkat, dikkat!’ Eskiden yazlık sinemalarda böyle mahalleler gezilirdi. Ben de Batakhane Güzeli diye bir oyun yaptım, yönettim, sahneye koydum. O da zaten Türk filmi gibidir. Onu aynen eski Türk filmlerindeki gibi o kartelaları, afişleri arabanın üzerine koyup, anons edip, hatta kendim seslendirdim. ‘Dikkat dikkat! Alo, alo, bu akşam Bodrum Şehir Tiyatrosunda Batakhane Güzeli.’ diye anons ettim. O kadar ilgi çekti ki turistler geliyordu oyunu izlemeye, ‘Bu nasıl bir şey diyerek. Bunlardan uzaklaştığımız zaman, halk da uzaklaşıyor. Biz uzaklaşmayacağız ki onları sanatın, tiyatronun, edebiyatın başına çekeceğiz. ‘Gelin bakın size masal, hikaye, anlatacağız. Doluşun.’ diyeceğiz onlara. Bunu yapmayıp, bilmem kimin oyununu koyduğunuz zaman, benim ülkemin insanı buna gelmiyor. Tamamen bunu kaldırıp atmıyorum, ‘Yabancı oyunlar oynanmaz.’ demiyorum. Böyle bir derdim yok. Elbette ki dünyada çok iyi yabancı yazarlar var. Elbette ki onları da oynayacağız. Söylediklerim yanlış anlaşılmasın.”
Peki Gırgır dergisi dönemlerinizi anlatır mısınız? Oğuz Aral ile tanıştınız mı? Yoksa karikatürleri sadece gönderiyor muydunuz? Mesela resim de yapıyorum dediniz bir sergi açmayı planlıyor musunuz sonrası için?
“O zamanlar 14 yaşında çocuğum. Karikatürcü arkadaşlarımız da var. Öyle de bir çevrem vardı. Oğuz Aral’a gönderdik, o bir şeyler söyledi. Ben birkaç sene sonra dayanamadım gittim İstanbul’a. Konservatuvarda öğretmenlik yapıyor Oğuz Aral. Arkadaşlarım da orada okuyordu. Gittim ondan da dinledim ne yapmam gerektiğini. Oğuz Aral ile bir sohbetim oldu. Hiç unutmam, çok sevdiğim anlardan biridir. Karikatür çizmedim, devam ettirmedim ama daha sonra resme ağırlık vermeye başladım. Oyunculuğun dışında yapılabilecek en iyi iş ya da heves diyeyim, resim ya da çizim yapmaktır. Hep devam ettim, resimlerim var. Ama ben bu konuda terbiyeliyimdir. Ressam demiyorum kendime. Amatörce resim yapıyorum diyeyim. Ama fena da resimler yok. Tek başıma sergi açamam ama belki iyi bir ressamla onun yanında yancı olarak böyle bir şey düşünebilirim bir ara mesela.”
Doğa resimleri mi yoksa insan veya portreler mi çiziyorsunuz?
“Portre gibi de değil, natürmort da değil ama karikatürcülükten kalma, bir esprisi olmasına dikkat ederek resimler yapıyorum. İşte iyi bir ressam arkadaşım olursa, yancı olarak onunla sergi açabilirim. Belki karma olabilir. Öyle bir teklif gelirse biriyle açarım yani.”