UNESCO tarafından şiir okumayı, yazmayı ve yayınlamayı teşvik etmek amacıyla ilan edilen 21 Mart Dünya Şiir Günü, 20 yıldır kutlanmaya devam ediyor.
Dilsel çeşitliliğe de bir fırsat sunması hedeflenen Dünya Şiir Günü kapsamında, birçok ülkede çeşitli etkinlikler düzenleniyor.
Konuya ilişkin AA muhabirine açıklama yapan şair ve yazar Bülent Parlak, edebiyatla ve şiirle tanışma serüvenini anlattı.
“Yürümekten edebiyatla ilgilenmeye vaktim yoktu”
Parlak, edebiyatla ortaokulda öğretmeninin götürdüğü yazar Muzaffer İzgü’nün imza gününde tanıştığını, daha sonra da öğretmeniyle birlikte Şeker Portakalı kitabını okuduğunu söyledi.
Üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldikten sonra, yazmaya devam etmediğini öğrenen öğretmeninin ona, yazdığı mektupların fotokopisini yolladığını aktaran Parlak, “Ben o mektupları okuduğumda çok utandım kendisinden. ‘Acaba yapabilir miyim’ dedim. Çünkü edebiyatla herhangi bir ilgim yoktu. Yürümekten edebiyatla ilgilenmeye vaktim yoktu.” diye konuştu.
Parlak, erken yaşta evlendiğini ve ailesini geçindirmek zorunda olduğunu bu yüzden de sürekli bir şeyler yapması gerektiğini belirterek, şöyle devam etti:
“O mektupları aldığımda Aksaray’da bir hanın içerisinde ben bir yerde kendime ofis açmıştım. O hayat gailesi içerisinde tabii şiire, edebiyata herhangi bir yer yoktu. Ama çok güzel yürüyordum. Bayrampaşa’dan Eminönü’ne kadar yürüyordum. Oradan vapura biniyordum. Vapurdan da, Üsküdar’dan ya da Kadıköy’den Koşuyolu’na kadar bir daha gidiyordum. Günlerim hep yürümekle geçiyordu. Bu yıllarca devam etti. Üniversiteyi bitirdikten sonra da hiç bırakmadım. Onun kitabını yazıyorum şu an, ‘Kötülüğün Canlı Tarihi’ diye. Niçin yürüdüğümü bu kitapta yazıyorum.”
“Biz de kendi sanatımızı başkalarına göstermek istiyoruz”
Malatya’dan İstanbul’a gelmenin hayatında bir dönüm noktası oluşturduğuna işaret eden Parlak, şunları kaydetti:
“Malatya’dan İstanbul’a gelmek benim için aslında bütün romanların da ana konusu. İstanbul’a geldim ve evlendim. Bambaşka bir kültür burası. Yıllarca insanların yerine bilet attım ve herkes bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Çünkü biz orada şunu öğrendik. Biri bilet sorduğunda ona bilet verilir. Ama biletin parası alınmaz. Burada ise bu çok tuhaf karşılanıyor yani. Neden böyle bir şey yapıyorsun? Çünkü bizim kültürümüzde öyledir. Masana biri oturduğunda ona çay ısmarlarsın, yemek yiyorsa, yemek ısmarlarsın. Eğer otobüsteysen de biletini verirsin ve herhangi bir karşılık beklemezsin.”
Hayatı okumadan kitap okumanın kendisine anlamsız geldiğini ifade eden Parlak, şiire giden süreci şöyle anlattı:
“Bu zaman içerisinde çeşitli insanlarla tanıştım. Bunlardan biri arkadaşım Ahmet Can, biri Ali Ayçil, biri Adem Eyüp Yılmaz’dı. Ben onlarla dalga geçiyordum. Yaptıkları şey bana çok komik geliyordu. ‘Niye okuyorsunuz ki’ diyordum. Çünkü insan hayatı okumadan, kitabı okuduğunda herhangi bir şey öğrenmiyor. Sadece yavaş yavaş deliriyor. Ben o delirmelerin farkına vardığım için kitap okumadan önce hayatı okumaya başlamıştım ve bir gün Ali Ayçil’e şu soruyu sordum ‘Niçin yazıyorsun?’ dedim. Uzun uzun düşündü. Cevap vermedi. Bir hafta sonra Fatih’te bir çay ocağında buluştuk. ‘Geçen bana bir soru sordun. Cevap bulamadım’ dedi. Ama ben biliyordum bunun cevabını. Çünkü biz insanız. Bizi bir yaratan var ve ondan bir takım özellikleri kapmışız. O özellikler bizde var. Nasıl ki Allah, kendi sanatını görmek için bizleri yarattı. Biz de kendi sanatımızı başkalarına göstermek istiyoruz.”
Usta şair, arkadaşlarının zorlamasıyla yazmaya başladığını dile getirerek, “İstanbul Üniversitesi’nin orada canımın sıkkın olduğu bir gün adisyon kağıdının arkasına ‘Vakti Dolmuş Bir Yeminin Bitmeyen Şamatası’ adlı ilk şiirimi yazdım ve Dergah Dergisi’ne yolladım. Aradan galiba 15 gün geçti. Üsküdar’da Ali Ayçil ve Adem’le okey oynuyorduk. Okey bitti onlar bana bir dergi çıkardı. Ali, ‘abi sen şiir mi yazıyorsun’ dedi. ‘Hayır’ dedim. Bir baktım kapakta Bülent Parlak ve yazdığım o şiir. Çok heyecanlandım. Enteresan geldi. Çünkü edebiyat benim dünyamda herhangi bir yer kaplamıyor ki orada bir şey yaptığımda da sevineyim ya da mutlu olayım ama garip bir haz aldım. Heyecandan yüzüm kızardı. Hiç unutmuyorum ve dediler ki ‘Mustafa Kutlu seni soruyor, kim bu’ diye. Masanın dağılmasını bekledim. Üsküdar iskeleye gittim ve dergiyi aldım. O gün şiirle olan diyaloğum başladı. O şiir yayınlanmasaydı ben hiç şiir yazamazdım.” dedi.
“Şiirin delirttiği insanlardan olmamak gerekiyor”
Şiirin kendisi için düz metinlerden farklı olduğunu söyleyen Parlak, “Her şeyi çok pratik düşünürüm. Ben şiirde o pratikliği gördüm. Yani en ince şekilde anlatıldığını gördüğüm en kestirme şekilde, en damıtılmış şekilde. Bizim orada inekler doğum yapınca ilk birkaç gün sütün en faydalı kısmıdır. Şiiri ben biraz ona benzetiyorum. Yoğundur. Lezzeti de süt gibi değildir zaten. Şiir biraz öyle oldu benim için. Matematikle de çok ilişkili bir zihnim olduğundan dolayı şiirdeki matematik de çok ilginç geldi bana. Hakikaten çok zor. Düz metin birçok kez yazdım. Şiir yazarken uğradığım suikastler beni yerle bir etmiştir. Belki de o yorgunluğu sevdim yazarken.” ifadelerini kullandı.
Usta şair, şiirin insanı hasta edebileceğinin altını çizerek, şu yorumları yaptı:
“Çünkü insan şunu görüyor. Bir dağ var, bir dağın tepesinde çok güzel bir şey var. Yani bu bir kadın, elmas ya da yakut olabilir ya da ulaşmak istediğimiz çok özlediğimiz bir şey olabilir. Orada duruyor, insanlar buna ulaşmak istiyor. Gökkuşağı gibi. Hani gökkuşağına ulaşmak için yürürsünüz ama hiç oraya varamazsınız ya şiir de biraz öyle. O yüzden şiiri hayatımızın merkezine almayı ben çok doğru bulmuyorum. O öyle bir an ki, geliyor ve zaten size yazdırıyor. Şiirin delirttiği insanlardan olmamak gerekiyor. Çünkü şiir kadar kapı bekçiliği de çok önemli. İkisinin arasında çok fark yok. Yaptığımız işleri sürekli kutsallaştırmanın bir anlamı yok. Şiir yazıyoruz, çok kutsal bir şey yapmıyoruz. Kapı görevlisi emekli olur. Şiir emekli olmuyor, şiirde böyle enteresan bir şey var. Yazan arkadaşlar bu ölümsüzlüğü bilmiyorlar belki kendileri çok ifade etmediler ama bu ölümsüzlüğü istiyorlar. Ama biz öleceğiz. Yani bizim vücutlarımız o toprağın altına girecek. Yazdıklarımız biz öldükten sonra okunacak. İşte bu ayrımı iyi yapmak ve delirmemek lazım.”
“İyi metin insanı merkezine alan metindir”
İyi metinlerin ölmeyeceğini savunan Bülent Parlak, sözlerini şöyle sürdürdü:
“İyi metinlerin yaşamak gibi bir lüksü var. Bunu şiir için de, resim, sinema için de söyleyebilirsiniz. Peki iyi metin nedir? İyi metin kesinlikle insanı merkezine alan metindir. Bir metin, eğer insani duyguları kendi bünyesine alıyor ve onu estetize ediyorsa o iyi bir metin olarak kalıyor. Çünkü insan duyguları değişmiyor. Şöyle düşünün. Shakespeare’in ya da Cervantes’in ya da Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın, Nesimi’nin, Şeyh Galib’in bunca yıldır okunmasının sebebi, metinlerine baktığınızda göreceksiniz, bu insanlar çok iyi bir insan profesörü. İnsanı çok iyi anlatıyorsanız metinler ölmez. Fakat çağın içerisinde her dönemde bir takım şımarıklıklar olabilir. O günceli yakalamak için çeşitli hareketler de yapılabilir. Bunlar gelip geçiyor. Kalacak olan insandır. Yani bütün bu çağlar, bütün teknolojik saçmalıklar ne kadar değişirse değişsin, hayatımızda ne kadar yer kaplarsa kaplasın bizim duygumuza el uzatacak hiçbir güç yok.”
Parlak, her daim Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” kitabını yakın arkadaşlarına tavsiye ettiğini vurgulayarak, “Orada bir bölüm var. Anlamak ve hissetmek arasındaki farkı anlatır. Anlamak yetmiyor, hissetmek lazım. Yürümek bende onu temin etti, onu söyleyeyim. Çünkü yürürken o kadar çok güzel şeyler düşleyebiliyorsunuz ki, ya da o kadar çok çirkin şeyler aklınıza geliyor ki oradan bir şeyi damıtıyorsunuz zihninizde. Ben yürüyüşlerde onu gördüm.” şeklinde konuştu.
“Bir şey sürekli konuşulduğunda onun aslı kalmıyor”
Yazarlardan, şairlerden, edebiyat ortamlarından uzak durduğunu ifade eden Parlak, “Çünkü bak bir şey sürekli konuşulduğunda onun aslı kalmıyor. Onlar da bunu yapıyor. Yani sürekli işin dedikodusu var. Halbuki gökyüzüne bak. Şurada hurma ağacı var. Hep eylülde açıyor, ocağa kadar devam ediyor ya, bu inanılmaz güzel. Bak üç yıldır buradayım ve her yıl buna şahit olmak muazzam bir şey. Hayat o kadar renkli ki. Bu yüzden deliriyorlar diyorum yani şairlerin şımarıklığı biraz da bu yüzden.” açılamasını yaptı.
“İzdiham” adlı kültür, sanat ve edebiyat dergisinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni olan Bülent Parlak, 2010’da, o zamana kadar Dergah dergisinde yayımladığı şiirlerini, “Sevgili Huzursuzluğum” adlı şiir kitabında bir araya getirdi.
Parlak, 2012’de de babasına ithafen kaleme aldığı “Yalnızlığın İcadı” adlı deneme kitabını, 2014’te “Ricakeş” ve 2018’de “Her Şey İçin Çok Geç” adlı şiir kitaplarını çıkardı.