Türk Halk müziğinin sevilen sanatçılarından, bağlama üstadı Cengiz Özkan, Türk kültürüyle gurur duyulması gerektiğini söyleyerek, “Gitar taşırlardı, bağlama taşımazlardı mesela 30 sene önce. Ben de diyorum ki, ‘Kırın bunu, gurur duyun kendi kültürünüzle’. Yani Avrupa, Amerika ya da ileri gelen ülkeler bize üçüncü dünya ülkeleri diyorlar ya; onların bir Yunus Emre’si, bir Pir Sultan’ı yok, bir Karacaoğlan’ı yok. Tamam onun Shakespeare’i var. Benim de Karacaoğlan’ım var. Bununla gurur duyun. Utanmayın bu kültürünüzden ya.” dedi.
Özkan, müzik kariyeri boyunca yaptığı çalışmaları, güncel işlerini ve Neşet Ertaş gibi önemli isimlerle yaşadığı anıları Anadolu Ajansı muhabirine anlattı.
Hoş geldiniz Cengiz bey. Nasılsınız?
“Hoş bulduk, eyvallah. Teşekkür ederim. Siz de hoş geldiniz. Konser için gelip gidiyorum ara sıra. İzleyicisiz konserler, öyle gidiyor.”
Sivas Divriği doğumlusunuz?
“Babam Divriğili, annem İmranlılı. Ama ben İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Burada okudum.”
Babanız türküleri, aşıkları çok severmiş ve saz çalmayı çok da istemiş. Denemiş ama şartlarından dolayı devam edememiş galiba? Onun dileğini siz yerine getirmişsiniz, iyi ki de getirmişsiniz. Biraz o başlangıç yıllarınızdan bahsedebilir miyiz?
“Ailenin Sivas kökenli olması, türkülere olan yakınlıkları, o habitatın içinde doğmakla birlikte bizim hep kulağımızdaydı o türküler. Aşıklar, ozanlar hep bizimle birlikteydi. Eski plaklardan dinleyerek büyüdük. Babamın küçük bir radyosu vardı. Onu göbeğinin üzerine koyar, hep türkülerle, şarkılarla uyurdu. Ben de yanında dinleye dinleye piştim. 8 ya da 9 yaşlarındaydım, babam bana bir cura almıştı. Küçük bir saz. Onunla başladım. Daha sonra konservatuvar yılları başladı. Oraya uzun bir dönem gittim. İlkokuldan sonra. Öyle bir yolculuk başladı, hala da devam ediyor.”
İlk çaldığınız türküyü hatırlıyor musunuz?
“Tabii ki, ‘Dolana Ay dolana/Dolana gün dolana’ diye bir türküydü. Küçük bir türküdür. Onunla başlamıştık. Tıngır mıngır devam ettik. Daha sonra konservatuvar yıllarıyla akademik hayat başlamış oldu. Çok değerli ustalarla birlikte olduk hakikaten. Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı bunlar bizim halk müziği tarafımızdı. Tabii okulda Türk sanat müziği eğitimi de batı müziği ve armoni eğitimi de aldık. Çok yönlü bir okuldu ve büyük üstatlar vardı hakikaten. Armoni hocamız mesela Demirhan Altuğ’du. Batı müziği hocamız Faris Akarsu gibi çok değerli hocalardı. Hakikaten hepsi birbirinden değerliydi. Güzel bir dönemdi.”
Bildiğimiz iki değerli sanatçı var hayatınızda. Birisi Nida Tüfekçi diğeri Muzaffer Sarısözen değil mi?
“Evet. Tabii ben Muzaffer Sarısözen üstada yetişemedim. Ama onun yaptıkları, Anadolu’yu gezip on bin halk ezgisi derlemesi ve halk müziğine, kültürüne katkıları unutulamaz tabii ki. Onun yazdığı türkü notalarıyla daha sonra tanıştık. Çok büyük bir emeği var. Hakeza Nida Tüfekçi de aynı şekilde. Bu kültüre hizmet etmiş insanlar. O bir silsile tabii. Bizim de Nida Tüfekçi ile uzun yıllar okulda, daha sonra radyo evinde ve özel hayatta iletişimi devam ettiriyor olmamız çok önemliydi bizim için. Şanstı yani.”
Öğrencilik döneminizde, 1987 yılında TRT radyosunda saz sanatçısı olarak başlamışsınız?
“Tam hatırlamıyorum, 1989 da olabilir, 1988-1989 olabilir. Öğrenciydim o zaman. Ama radyoda gidiyordum kayıtlara.”
Orada neler yaşadınız? Kimlerle radyo sanatçılığı yapıyordunuz? Sizi hemen kabul ettiler mi aralarına? Şunu merak ediyorum, canlı enstrüman kayıtlarını bir oda içinde kaç kişi yapıyordunuz? Bu ayrı bir sıcaklık olmalı değil mi, birlikte saz çalıp meşk etme anlamında?
“Orada büyük üstatlarla çalıştık. Turan Engin, Ali Ekber Çiçek, Tuncer İnan, Nida Tüfekçi yine vardı. Yücel Paşmakçı hocamız o zaman şefti. Adnan Ataman… Solistlere eşlik eden saz olarak orada bulunuyorduk. Daha sonra bir imtihan daha açıldı. Çalıp söylemeye baktılar. Biz hem söylüyoruz hem çalıyoruz. Öyle kurum içi imtihan yapıldı. Çalıp söyleme hakkı da kazandım. O kayıtlara başladım bu sefer ama daha çok ben solistlere eşlik ettim. Hepsi birbirinden değerli ve değişik yöreleri okuyan solistlerle o lezzetlerin tadına varmış olduk. Tanımış olduk bu kültürü, daha yakından, derinden. Hepsinden çok farklı şeyler öğrendik ve bu bizde klişe olan duvarları yıktı. Hem bir yöreye bağlı kalmayı bıraktık. Kütahyalı Hisarlı Ahmet ile tanıştık ya da Karadeniz, Rumeli, Kerkük, Azeri türküleriyle, İç Anadolu’yla tanıştık. Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Çekiç Ali ve Hacı Taşan’la tanıştık. Bütün hepsinden beslenme fırsatını da Radyoevi’nde yakaladık aslında. Çünkü değişik yörelerden insanlar, en iyi bildiklerini söylüyorlardı. Solistlerin çoğu da bir konuda uzmanlaşıp o yöreyi çalışıyordu. Biz de eşlik sazı olduğumuz için hepsine eşlik ediyorduk. Bizim için aslında bulunmaz bir nimetti. Çalışma imkanı bulduk. Bir yönüyle o tarafımızı da pişirmiş olduk. Aslında güzel yıllardı. Tabii ki çok değerliydi bizim için.”
Hangi yörenin türkülerine kendinizi yakın hissedip söylemekten ve çalmaktan keyif alıyorsunuz?
“Tabii yakın hissettiğim yöreler var. Yani, Sivas, Malatya, Erzincan türkülerine daha yakın hissediyorum, o kültürden, ailece oradan geldiğimiz için ama o tanışıklıktan sonra baktık ki o da güzel. Sonra türkünün içindeki anahtarı aramaya başladık. Nedir bu türküde bizi ona çeken? Sonuçta hepsi bir insanın hikayesini anlatıyor. Her türkü bir hikayedir aslında. O hikayeyi yakaladıktan sonra, kilim, halı dokumak gibi bir şey. Sonra satır aralarında ne anlatıyorsa, o insanın hikayesini bulmaya, türkünün içine girmeye çalıştık. Bir anahtarı var çünkü. O anahtarı bulduğunuz anda onu sevmeye, sonra onu yoğurmaya başlıyorsunuz. Sevince zaten ortaya bir şey çıkıyor sonuçta. Daha sonra bakıyorsunuz ki, hepsinde bir güzellik varmış. Hakikaten tanışmak çok önemli bir şey. İlk konservatuvara girdiğimizde, 13-14 yaşındayken hep deyiş çalardık. Diğerleri türkü değilmiş gibi gelirdi bize. Ama sonra bir baktık ne kadar güzel ezgiler aslında baktığınız zaman. O duvarları yıkmış oluyorsunuz. Bu tabii daha sonra bizden başka şekilde tezahür etti.
İlk albümümüzü de böyle bir çeşitlilik içinde yaptık yani Anadolu’nun renklerini. Hepsine dokunamasak da bir albüme ne kadar sığıyorsa öyle bir albüm yaptık, ‘Kırmızı Buğday’ diye. Kırmızı Buğday bir Manisa türküsüydü. Öyle başladık.”
Siz herhalde 12 -13 albüm yaptınız değil mi?
“Şu anda galiba 8 ya da 9 olması lazım. Ama tabii karışık okuduğumuz yekpare olanlarla birlikte artıyor. Tabii üretim yaptık. Yani albüm olarak bakılıyor üretime. Kaç albüm yaptınız? 8, 10, 15. Neyse. Ama üretim tabii. Birçok konsere çıktık. O da bir üretim.”
Bütün Anadolu’yu ve yurt dışını konser turneleriyle dolaştınız ve ‘Saz bizi gezdirdi aslında. Onun sırtında devam ediyoruz.’ diyorsunuz. Sazı elinize alıp birçok yöreye gitmek ve türküyle o hikayelere dokunmak ve konserlerle birlikte o yöreleri gezmek gibi bir çocukluk hayaliniz var mıydı?
“Öyle bir hayalim yoktu. Okulda okuyan öğrencilerin üç tane ideali vardı o zaman, ya devlet korosuna girecektik ya okulda kalacaktık ya da Radyoevi’ne girecektik, geleceğimizi kurtarmak açısından. Tabii bunun yanında piştiğimiz başka yerler de oldu. Neresi mesela? Düğün salonlarında da, gazinolarda da çaldım ben, yine eşlik sazı olarak. Daha sonra türkü barlar çıktı. Oralarda çaldım. Halk eğitim merkezlerinde usta öğreticilik, bazı konservatuvarlarda saat ücretli derse girip öğretmenlik yapmaya başladım. Halk oyunlarına çok eşlik ettim. Mesela halk oyunları yarışmalarına gittik. Yine orada halk ezgilerini çaldık. Onlar oynadı, biz çaldık. O da başka bir tarafıydı işin. Hani her taraftan beslenmeye çalıştık. Nerede bir müzik varsa ya da nerede bir aşık varsa gidip onu bulup onun muhabbetinden faydalanmaya çalıştık. Bize ne katar ve biz onu nasıl taşıyabiliriz anlamında.”
“İnsanlara dokunmaya, yaklaşmaya çalıştık”
Türkülerin ve yörelerin çeşitliliğinin yanı sıra birçok ortamın ve dinleyicinin çeşitliliğini de görmüş oluyorsunuz böylece değil mi?
“Tabii ki ama üstat Neşet Ertaş’ın lafı geldi aklıma, ‘Ben insanın olduğu her yerde çalar söylerim.’ demişti üstat. O tabii bizim düsturumuzdu. Hani şartlar bizi nereye itiyorsa, bu Cemal Reşit Rey de olabilir ama köhne bir türkü bar da olabilir. Fark etmiyor. Sonuçta biz yapmamız gerekeni yapıyorduk oralarda. Çok dokunduğumuz insan oldu diye de düşünüyorum. Ben burada çalmam, şurada çalarım diye bakmadık.”
Söz konusu olan hikayelerse müzikle birlikte, gönül telinin titremediği insan yoktur herhalde değil mi ulaştığınız yerlerde?
“Çok şükür gidip dokunmaya çalıştık insanlara. Hakikaten yaklaşmaya çalıştık. Çünkü biz onların türkülerini söylüyoruz ve onları en güzel şekilde aktarmaya, hatırlatmaya çalışıyoruz daha doğrusu tanıştırmaya çalışıyoruz. Biz onu yaparken tekrardan tanıdık. Diyelim ki 40 defa okuduğumuz bir türküde kırk birinci defa başka bir şey bulduğumuz da oldu. Hala da devam ediyor aslında. Çünkü onun derinliğini anlamak biraz da yaşla ilgili. Yani 20 yaşında söylediğiniz türküyü 40 yaşında başka bir şekilde söylersiniz. Çünkü 20 yaş alıyorsunuz. Başka türlü yoklamaya başlıyorsunuz her şeyi. Hayat da böyle aslında. Türkülere yaklaşımınız da değişiyor. Biraz koruma içgüdüsüyle bakıyorsunuz. Türküler herkesindir ama aslında hiç kimsenindir. Hiç kimsenin olmadığı için de sahipsizdir. İşte öyle bir korumayla yaklaşmaya çalışıyorsunuz bu sefer. İncitmemeye çalışıyorsunuz.”
Türkülerin çoğunun sözlerinin sahipleri var ama anonim olanlar da var. Anonim türküleri de taşıyorsunuz ancak bunun yanında Aşık Veysel’in eserleri dersek, onları da günümüze siz taşıyorsunuz. Sevenleriniz sizi ‘Aşık Veysel’i en iyi yorumlayan, günümüze taşıyan isim’ olarak görüyor.
“Estağfurullah. Onlara teşekkür ediyorum sadece. Onun ismiyle anılmak çok gurur verici. Tabii ki onur duyarım her şekilde. Çok severek, isteyerek ve bir olarak onu hep anlatmaya çalıştım bildiğim kadarıyla. Anlatmak zor tabii Aşık Veysel’i, yani hakikaten zor. Derin bir insan çünkü. Yaklaşmaya çalıştım ama ben de hep hatırlatmaya çalıştım aslında amacım oydu.”
Peki, sazın sözü yeterli midir sizce? Bu anonimlerden de yola çıkarsak, bunun yanında sözlerin, yaşanan topraklardan çıkan o yaşanmışlıkların, deyişlerin ya da halk edebiyatının rolü büyük müdür? Yoksa saz yeterli midir bunun dışında anlatmak için?
“Saz yeterlidir. Ama otantik şekilde çalıp söylemek kaydıyla, mesela 22 kişilik yaylı orkestra ile çalınmasını da reddetmiyoruz. Sadece arkada çalan enstrümanların eşlik ettiği yani türküyü besleyecek ve ortaya çıkaracak şekilde çalışmalara da karşı değiliz tabii ki. Sonuçta bunu bir Avrupalıya dinletmek istiyorsak bunlara da karşı durmamak gerekiyor bence. Öyle küçük denemelerimiz oldu birkaç konserde. İnsanlar da gayet iyi karşıladı. Aslında onlara da karşı değiliz. Tabii ki saz, tek başına dominant bir saz zaten. Bağlama sadece bir müzik aleti değil bildiğiniz üzere. Onun içinde her şey var. Edep, adap, ahlak, oturma, kalkma, din, dil, coğrafya her şey var aslında baktığınız zaman. Sadece bir müzik aleti değildir bağlama. Bağlama çok derin bir sazdır aslında. Anadolu insanının bütün derdini, keyfini, zevkini anlattığı bir enstrümandır. O yüzden bağlama demezler, saz derler.”
Bağlama ile saz arasındaki fark nedir?
“Saz genel tabirdir. Piyano da sazdır, obua da çello da sazdır. Hepsi sazdır bunların ama Anadolu insanının sadece bağlamaya saz demesi o yüzdendir. Saz onun için bağlamadır. Yoksa bağlamanın bir sürü çeşidi var. Divan, cura var, çöğür var yani bir ailedir bağlama. Kısa saplısı var, uzun saplısı var. Bağlama ailesi diye aile var zaten, büyüğünden küçüğüne, koyunundan kuzusuna kadar. Küçük cura var mesela kuzu gibidir, çok sevimlidir. Saz derken aslında onu bilinçli kullanıyor Anadolu insanı, bilinçsizce değil. Piyanonun da bir saz olduğunu biliyor ama onun için saz, bağlamadır. Çünkü onunla anlatmış yüzyıllar boyu.”
“Hiçbir şeyi saklamam, çalmıyorsam hediye ederim”
İlk bağlamanızı saklıyor musunuz?
“Yok, hediye ediyorum ben. Öyle saklama huyum yok benim. Hiçbir şeyi saklamam. Çalmıyorsam hediye ediyorum.”
Bir konsere çıktığınızda mesela özel bir bağlamanız, sazınız var mıdır? Uğurlu bir bağlama mıdır o mesela konserlerde çalınan? Ritüelleri oluyor mudur bir sanatçının hayatında, merak ettim?
“Özel hediye edilmiş sazlar var mesela. Bir tanesini Ali Ekber Çiçek üstat bana hediye etmişti. O çok güzel eski bir dede sazıydı. Dut (ağacından), oymalı eski bir saz. Onu bana hediye etmişti. Onun benim için tabii çok özel bir yeri var. O sazımı çok seviyorum mesela. Onu hediye etmem ama çalamayacak duruma gelirsek çalan birine veririz tabii ki. Çünkü bizim değil yani hepimizin aslında.”
Onun da bir enerjisi var değil mi, bir üstattan öğrenciye geçmesi gibi?
“Var tabii, var.”
Dizi ve film müziği çalışmalarınız da oldu. Söz , Pusat, hatta orada mahkûm bir ozanı canlandırmıştınız hapishanede ve türkü de söylemiştiniz. Kurtlar Vadisi, Çukur, filmlerden Çanakkale: Yolun Sonu, Yunus Emre Aşkın Sesi gibi ve en son da Gönül Dağı dizisinde sözlerini sizin yazdığınız Efkar türküsünü yorumladınız. Ellerinize, yorumunuza sağlık.
Müziğini Engin Aslan yaptı onun. Sözlerini ben de efkar üzerine yazmaya çalıştım. Beğenildi de. Sağ olsun insanlar sevdi ama o dizilerde, müzikleri ben yapmadım. Sadece benim yaptığım müzikleri orada kullandılar. Yani 25 sene önce yaptığım albümden ya da 10 -15 sene önceki albümlerden parçaları aldılar. Kullandılar yani. Biz onu diziler için yapmamıştık aslında. Tabii artık kaset bitti, CD basıldı, daha sonra CD de kalktı. Artık insanlar bunları satın almıyor, dijital ortama geçildiği için. Başka bir mecra kalmadığı için mecburen dizilerde artık duyulmaya başlandı bunlar. Sağ olsun Hasan Saltık söyledi. Ben dedim ki ‘Sen hangisini, nereye uygun görüyorsan sana bırakıyorum.’ Ben bazılarını bilmiyorum bile. Dizi izlemem ben yani özel olarak oturup dizi izleyecek vaktimiz yok. Ama tabii halka ulaşmak açısından bir araçtır. Yoksa dinlenmeyecek. Biz bunları duvara yapmadık. İnsanlar dinlesin diye yaptık. Dinliyorlar şu anda da. Hani bazen eleştiri de alıyoruz o konuda.”
Ne gibi?
“Yani ‘Dizilerde niye çalıyorlar ya da neden böyle bir şey tercih ediyorsunuz’ diye. Eleştirilere de saygı duymak lazım tabii ki. Ama ben yine söylüyorum, ben onları diziler için yapmadım ama niyetimiz iyidir. Yapacak başka bir şey yok çünkü. Bugün CD’ler bin tane basılıyor mesela.”
Velev ki, diziye parça yaptınız, müzik yazdınız ve verdiniz. Ne olabilir yani? Onu eleştirenler, yorumlayanlar ne diyorlar size? Yani diziyle popüler bir dünya içine mi giriyorsunuz gibi geliyor acaba onlara?
“Evet öyle eleştiriler. Diziyi tutmuyor olabilir insanlar. ‘O dizide senin türkünün ne işi var?’ diyorlar. Bilmiyorum ben izlemediğim için. Ben bu tür yorumlara da girmek istemiyorum aslında. Ama sonuçta o diziyi de seyreden bir kitle var. Deminki lafa döneceğim. İnsanın olduğu her yerde çalarım dedim. Oradan da o çıkıyor. Aslında eleştirilere bir şey demiyorum. İnsanlar eleştiri hakkını kullanabilir ama bizim niyetimiz iyi. İnsanlar dinlesin. Kötü bir şey yapmıyoruz sonuçta yani.”
Belki de böylelikle gençlere daha da fazla ulaşıyorsunuzdur? Belki özellikle türkü dinlemeyen ve diziyle birlikte türkülerinizi dinleyen gençler daha da fazla sevmeye başlıyordur?
“İnsanlara ulaşmaksa sonuçta bu türlü ulaşılıyor. Diyorum ya, siz çalışma yapıyorsunuz bin tane CD basılıyor. Bu kadar. Bu olmasa hiç kimse bilmeyecek, o çalışma yapıldı mı, yapılmadı mı, ne oldu, ne olmadı. Olmayacak yani. Onu demek istiyorum.”
Albümlerden bahsederken, ortak çalışmalardan da söz ettik az önce. Mesela İncesaz ile “Beş/Elif” albümünde ortak bir çalışmanız olmuştu. Sizin okuduğunuz, Kerkük ve Kırım da dahil olmak üzere 15 değişik yöreden alınmış türkülere yer verilmişti orada. Ortak çalışmalarınız var mı yakında bir grupla türküler adına?
“Yapıyoruz. Yare Dokunma 1 ve 2’yi Muharrem Temiz ile yaptık. İncesaz’la yine bir çalışmamız oldu. Oğuzhan Balcı ile batı orkestrasıyla birkaç konser yaptık ama onların kayıtları yok, konser kayıtları var. Bunlara sıcak bakıyoruz. Yani neden? Yakışıyorsa, yakıştırabiliyorsak tabii ki neden olmasın? Müzik yapıyoruz sonuçta. Müzik ikiye ayrılır. Bence iyi müzik, kötü müzik. İyi yapabiliyorsanız iyi. Tabii ki onun kararını da dinleyici veriyor sonuçta. Duyanlar ‘Güzel olmuş.’ diyor, o da bize cesaret veriyor.”
Sizin için nedir iyi müzik-kötü müzik?
“İlk önce ben hissedeceğim ki beni yaralayan bir şey olacak ve o müziği ben absorbe edeceğim. Kendimde hissedeceğim ve onu sunacağım. İlk önce benim beğenmem gerekiyor yaptığım işi. Ben beğenmiyorsam ki, öyle şeyler de oluyor. Yani kayıt yapıyoruz diyoruz ki ‘Bu olmadı, beceremedik’. Bazı şeyleri düşünmüyoruz. Her şeyi yapamıyorsunuz. Bugüne kadar yaptıklarımızda da şöyle bir şey söyleyebilirim; sürçü lisan ettiysek affola. Sonuçta hata yapmaktan korkuyorsanız adım atamazsınız. Böyle bir şey de var. Ama biz de tabii incitmeden, onun ruhunu yansıtacak şekilde çalışmalarımıza devam edeceğiz. Nefesimiz yettiğince.”
Ortak çalışmalar dışında bireysel bir çalışmanız var mı yakında?
“Son 2 senedir bir albüme girdik, çıkamadık. Onu bitirmeye çalışıyoruz şimdi. Güzel şeyler var içinde.”
”Neşet Ertaş çok özel bir insandı”
2 yıl uzun bir zaman değil mi?
“Uzun, ama ben öyle bir periyot belirlemiyorum, ‘Şu zamanda bitireyim. Bu zamanda olsun.’ diye. O albümler arasında 2- 3- 4, bazen bir buçuk yıl, bazen 1 yıl ara olmuş. Hani bir şey pişmeyince pişmiyordur, olmuyorsa olacağı zamanı bekliyordur diye. Çünkü biraz onu içinizde de yaşamanız gerekiyor ki, olduktan sonra zaten kayıt etme cesaretini buluyorsunuz kendinizde. Öyle söyleyeyim.”
Rahmetli Neşet Ertaş ustanın en sevdiği iki isimden biriymişsiniz. Biri Aşık Mahsuni Şerif diğeri de sizmişsiniz. Hatta sabahlara kadar sizi dinlemeye doyamazmış. Onunla ilgili bir anınızı anlatır mısınız?
“Eyvallah. Neşet Ertaş, tabii çok özel bir insandı. Ben ilk onunla Ordu Gölköy’de tanıştım. O elektrik önemli tabii ki iki insan arasında. O bizim ustamızdı her şeyden önce. Hakikaten ben her dinlediğimde bir melankoli yaşarım. İnsanın canını acıtıcı bir melankolidir bu. Arabesk değildir ama yıkılmamış bir hüznü vardır Neşet Ertaş’ın. O yıkılmamış hüznü hep yaşadım içimde. O da bunu herhalde hissetti diyelim. Ben öyle diyorum yani. Her oturduğumuzda sabah 7.30 oluyordu zaten. Hep sabahlardık, keyifle tabii. Bana hep çaldırır, çalıp söyletirdi sağ olsun. Onunla aramızda sadece müzikal anlamda değil, insani olarak çok güzel bir dostluğumuz oluştu zamanla. Anı çok da hangisini anlatayım bilmiyorum ki.”
Sizden en çok hangi eseri çalmanızı isterdi?
“Bana en çok deyiş çal, deyiş söyle derdi. Ben de o gün aklıma hangisi gelirse çalardım. O da dinlerdi. Hep deyiş dinlemeyi severdi.”
Sizdeki o hüznü ortaya çıkartan neydi? Onun hayatıyla ilgili mi, topraklar mı? Yoksa coğrafya kader midir aslında? O hüzün dediğiniz şey nereden ileri geliyor? Ne hissediyorsunuz?
“Vallahi Neşet Ertaş kendini sürgün etmiş bir insan. 25- 26 yıl Almanya’da yaşamak kolay değil. Bu toprakları çok sevip, bu topraklarda yeşerip büyüyen bir ulu ozanın, aşığın 25-26 sene, ömrünün üçte birini Almanya’da geçirmesi çok hüzünlü bir olay. Zaten yanık bir insan. Hayatı da etkileyici, küçüklüğünüzden beri hem yoksunluklar, yoksulluk, özel hayat, bunlar yaptığınız işe de yansıyor bir şekilde. Onun o engin gönlü. Mesela on kelimesinden birisi muhabbet esnasında gönüldür. Onun üstüne söylenecek bir şey yok. Aklıma geldi bak, bir gün Aşık Mahsuni Şerif’ten bahsediyordu. ‘Mahsuni hep Hak derdi, dedi’. Protest bir şeyle bahsediyor Mahsuni’den. Hep eleştirdi. ‘Ben de gönül dedim, dedi’. Ben de dedim ki, ‘Hocam gönül de hak değil midir? Niye bu kadar kendine haksızlık ediyorsun?’ Böyle bir durdu düşündü. Biliyor tabii o da gönlün hak olduğunu. Onların arasında da çok güzel bir muhabbet vardı. Onlar çağdaşlar, birbirleriyle, görüşürlerdi.
Öyle işte. Hepsinden beslenmeye çalıştık. Yetiştiklerimiz oldu, yetişemediklerimiz oldu. Ama yetiştiklerimizin hep yanında olmaya çalıştık. Gidip onların muhabbetinden demlenmeye çalıştık. Aktarmaya, hatırlatmaya çalışıyoruz. Neşet Ertaş, Aşık Veysel, Yunus Emre hep bilinir zannedilir ama bilinmez. Buzdağının ucu gibidir onlar. Girdiğiniz zaman çıkamazsınız. O piramit aşağı doğru gider. Büyük insanlar çünkü. Bir anda tüketemezsiniz onları. Bir gecede, iki günde, bir ayda, bir senede tüketemezsiniz. Bir ömür var orada, yaşanmışlık var.”
İnsan zaman geçtikçe anlıyor değil mi derinliğini, kıymetini?
“Tabii yani türküleştirmediği şiirleri var, hayatı var bir tarafta, acıları var, değil mi? Ne kadarını bilebiliriz? Sonuçta özel bir insandan ve o birleştirici tarafından bahsediyoruz ve herkesi yine cem etti ölürken dahi. Bu insanlar öyle.”
Peki ustalığını beğendiğiniz ve tanıştığınızda hayal kırıklığına uğradığınız bir isim ya da isimler oldu mu?
“Yok, yani öyle birini hatırlamıyorum şu an. Yazarlardan olmuştu. Onları da söylemeyeyim şimdi. Okuduğum bazı yazarlar vardı, onlarla tanışınca o olmadığını gördüm. Yani yazdıklarıyla yaptıkları aynı olmayan insanlarla tanıştım. Onları da yüzlerine söyledim ama ‘Siz bu değilsiniz. Yani bunları yazmışsınız ama bunları yapıyorsunuz.’ Olmaz yani.”
Genç saz aşıklarına, hem müziğe, saza aşık olanlara hem de aşık olma yoluna gönül verenlere neler söyleyebilirsiniz? Yetiştirdiğiniz gençler var mı?
“Bir dönem mezun olduğum okulda 1,5 yıl kadar öğretmenlik yaptım. Dokunduğumuz insanlar oldu tabii. Ben gençlere şunu söylemek isterim, ilk önce dinlemek lazım. Biz çünkü lokal ve sözlü müzikle uğraşıyoruz. İlk önce bağlamanın ne olduğunu, onu taşımanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu bilmeleri gerekiyor. İlk kural bu bence. Ondan sonra da halk edebiyatıyla derinden ilgilenmeleri gerektiğini yani sadece türküleştirilmiş şiirleri değil, Karacaoğlan’ı Yunus Emre’yi, Pir Sultan’ı, Nesimi’yi ve daha sayabileceğimiz yüzlerce halk edebiyatı eserini hakikaten çok iyi bilmeleri gerekiyor. O, onları bir yere taşıyabilir, götürebilir. Onu derim, başka diyecek bir şey yok. Çalışmak, emek vermek, sevmek yani bunlar dışında ne denebilir ki? Şunu yaparsanız şu olur, bunu yaparsanız bu olur diye bir şey yok zaten. Çalışmak var, emek vermek var. Siz emek vereceksiniz. Başka bir yolu yok.”
Siz yıllarınızı veriyorsunuz ve bu çok değerli. Bu yıllar boşa geçmiyor. Çalışmakla geçiyor değil mi?
“Evet ve sonsuz bir umman bu. Bitmez ki. Bitiremezsiniz, öyle bir şey yok. Yüzlerce ekol var. Ekol okuldan geliyor biliyorsunuz. Neşet Ertaş’ın çaldığı saz bambaşka bir şey. Aşık Veysel başka bir şekilde, Muharrem Ertaş başka, Aşık Daimi başka, Musa Eroğlu başka, Mehmet Erenler üstat bambaşka çalıyor. Hepsinden mezun olamazsınız. Mümkün değil yani. Yetişemezsiniz hiçbirine. O yüzden doğru yolu yani kendinize neyi yakın görüyorsanız, en güzel hangisinden yol alabileceğinizi düşünüyorsanız, onu seçin. Sonuçta aynı şeyi anlatacaksınız, inanın buna. Sevgiyi, türkülerdeki o güzelliği ya da aşkı anlatacaksınız. Nereden anlatacağınızı bulmanız önemli olan. Ama hepsini anlatamazsınız. Hepsine yetişemezsiniz. Çok zor bir iş. Vakit dar ve kısa. İyi değerlendirmek lazım.”
Ustalık ve çıraklık önemli ama siz eğitim de aldınız. İkisini de yaşadığınız için sormak istiyorum, eğitim, konservatuvar yani okul önemli değil mi?
“Tabii ki, şart. Tam zıt örnekleri de var. İşte Neşet Ertaş konservatuvar mı okudu ya da Muharrem Ertaş? Değil. Ama müzik bir bilimse, eğer öğrenilebilir ve öğretilebilir bir şeyse ve bunun okulu, imkanı varsa, imkan dahilinde tabii ki neden olmasın? Olmalıdır da. Hatta ve hatta ikinci, üçüncü enstrümanlara dokunmak gerekir, müziği tanımak açısından. Müzik komple bir yoldur. Siz bağlama çalsanız da bir piyano sesine de yabancı olmamanız lazım ya da bir keman sesine. Yani beraber de çalabilirsiniz ilerde. Ya da o çalar siz söylersiniz, belli mi olur? Bunlara açık olmak, eğitime kapalı olmamak gerekir. Öğrenmenin sonu yok ki. Müzik bir bilimse eğer, ki öyle, o zaman bilmek gerek. ‘Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?’ diyor. Bileceksiniz onu da. Varsa imkanınız okuyacaksınız yani. Yoksa ona bir şey diyemem. O zaman başka bir yol çizeceksiniz kendinize. İyi bir usta bulacak, gideceksiniz ona. ‘Burası nasıldı, orası nasıldı?’ diye soracaksınız, habitatınıza, bulunduğunuz iklime ve koşullara göre. Ama başta sevmek gerekiyor tabii.”
Genel olarak ne yaparsanız yapın hep sevgi ön planda geliyor değil mi?
“Olmaz ki sevgisiz. İnanın hiç olmaz. İlk başta sevmek gerek.”
Çok teşekkür ederim, çok keyifli bir söyleşiydi. İletmek istediğiniz son bir mesajınız var mı?
“Ben teşekkür ederim, çok sağ olun, emeklerinize sağlık. Sevgiyle kalın, türkülerden korkmayın, türküleri sevin. Şunu da söyleyeyim, bu aşağılık kompleksini çok zor kırdık. Bağlamanın taşınmasından itibaren. Gitar taşırlardı, bağlama taşımazlardı mesela 30 sene önce. Ben de diyorum ki, ‘Kırın bunu, gurur duyun kendi kültürünüzle’. Yani Avrupa, Amerika ya da ileri gelen ülkeler bize üçüncü dünya ülkesi diyorlar ya; onların bir Yunus Emre’si, bir Pir Sultan’ı yok, bir Karacaoğlan’ı yok. Tamam onun Shakespeare’i var. Benim de Karacaoğlan’ım var. Bununla gurur duyun. Utanmayın bu kültürünüzden ya. Bilin ve savunun. Bu utanılacak bir şey değil. Bağlamayı şerefle, onurla taşıyın. Bunu söylerim en son. Yırtın o duygunuzu yani. Çünkü bunu görüyorum. Bazen böyle ezik davranıyorlar. Yapmayın onu ya yapmayın! Olmaz, olmaz. Çok güzel bir kültüre sahibiz. Bunu bütün dünyaya tanıtmamız gerekir. Çünkü Yunus Emre onu bütün dünyaya söylemiştir. İnsanlık manifestosudur. Ne demek yani? 800 yıl önce söylenmiş laflar bugün hala geçerli. Niye utanıyoruz bundan anlamadım ki? Pir Sultan’dan niye utanayım yani? Son söyleyeceğim de bu olsun.”
Çok güzel bir mesaj verdiniz, çok teşekkürler
“Rica ederim. Ben teşekkür ederim. Emeklerinize sağlık. Bana değer verip buraya kadar yoruldunuz. Sağ olun.”