20 Ocak’ta ABD’de başkanlık görevini devralan Joe Biden’ın bir hafta gibi kısa bir sürede iklim hedeflerini açıklaması yeni yönetimin iklim konusuna verdiği önemi gösteriyor. Biden’ın iklim değişikliğiyle mücadele için iddialı hedefleri de bulunuyor. Bu hedefler doğrultusunda eski Dışişleri Bakanı John Kerry’yi İklim Değişikliği Özel Temsilcisi olarak atayan Biden, ABD’nin karbon salımını 2050’ye kadar sıfırlama hedefini de ilan etti. Bu kapsamdaki en önemli girişimi de 22-23 Nisan’da İklim Zirvesi’ne ev sahipliği yapmak oldu.
İklim değişikliğinin getirdiği maliyetlerin/yıkıcı etkilerin, iklim değişikliği ile mücadelenin getireceği maliyetlerden çok daha fazla olduğundan uzun vadeli/sürdürülebilir politikalar gerekiyor. Fakat çevre politikaları ekonomik, lojistik, toplumsal ve siyasal alanda bütüncül olarak ele alınmadığı ve toplumsal bir bilinç oluşturulmadığı müddetçe, sürdürülebilir kalkınmanın ve iklim adaletinin sağlanması pek mümkün görünmüyor
22-23 Nisan İklim Zirvesi ve iklim hedefleri
ABD’nin ev sahipliğinde çevrimiçi düzenlenen İklim Zirvesi’ne iklim konusunda güçlü liderlik gösteren, iklimin etkilerine karşı kırılgan olan ya da sıfır emisyon hedefi doğrultusunda yenilikçi planlar hazırlayan 40 ülkenin liderleri ve az sayıda iş dünyası ve sivil toplum lideri davet edildi. Zirveye Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron gibi dünya liderlerinin yanı sıra Katolik dünyasının ruhani lideri Papa Franciscus ve sürpriz şekilde İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg de katıldı. İki gün süren zirvede gelecek 10 yıl içinde karbon emisyonunun azaltılması, iklim faaliyetlerinin özellikle de istihdam ayağı üzerinden ekonomik faydaları, dönüşüm teknolojileri ve küresel iklim değişikliği alanında çalışan devlet dışı aktörlerin tanıtılmasına odaklanıldı. Kasım ayında Glasgow’da toplanacak Birleşmiş Milletler (BM) 26. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP26) öncesinde bu zirvenin önemli bir aşama olduğu söylenebilir.
Zirvede konuşulanlardan ve belirlenen temalardan anlaşılacağı üzere iklimsel göç, karbon emisyonlarının sıfırlanması, küresel ısınmanın önlenmesi ve yeşil ekonomiye yapılacak yatırımlar uzun bir süre daha dünya gündeminde yer alacak gibi görünüyor. Zirveden çıkarılabilecek en belirgin sonuç ise; gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadelede daha fazla sorumluluk alması gerektiği.
Zirvede konuşulan konulara yakından bakıldığında, öncelikle ev sahibi olarak ABD Başkanı Joe Biden ve Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in açılış konuşmasıyla başlayan birinci oturumda dünyanın en büyük ekonomilerinin küresel ısınmayı 1,5 santigrat derece ile sınırlandırma hedefini ulaşılabilecek bir halde tutmak için COP 26’ya kadar ulaşılması öngörülen temel iklim hedeflerinin altı çizildi. Bunun yanında zirvede ön plana çıkan isimlerden İngiltere Başbakanı Boris Johnson konuşmasında sıfır karbon salımı için mevzuatı geçiren ilk ülke olduklarını ve 2035 yılına kadar bu hedefe ulaşmak için gereken azaltmaların yüzde 78’ini sağlamak için yasa çıkarttıklarını ifade etti. COP26’ya ev sahipliği yapacak olan İngiltere’nin somut iklim adımları atması ve iklim değişikliğiyle mücadelede öncü ülkelerden olması diğer ülkeler için bir çağrı mahiyetinde ve bu anlamda teşvik edici bir iklim politikası. Fakat Johnson’ın iklim değişikliğiyle mücadelenin bir hayvanseverlikten ibaret olmadığını ifade etmesi iklim aktivistlerinin tepkisi çekti. Nitekim zirveye katılan iklim aktivisti 18 yaşındaki Greta Thunberg liderlerin krizi görmezden geldiklerini, iklim acil durumunu hiç anlamadıklarını ve liderlerin verdiği emisyon azaltma taahhütlerinin olması gerekenden çok daha geride kaldığını belirterek sert bir dille eleştirdi.
Gerek kuzey-güney ayrımı gerek gelişmiş/az gelişmiş ayrımı üzerinden bakıldığında ülkelerin çevre sorunlarının tamamıyla farklı bir düzeyde olduğu görülüyor. Çevresel sorunların, iklim adaletsizliği gibi iklim değişikliğinin bölgesel etkilerini dikkate alarak küresel düzeyde işbirliği içerisinde çözülmesi gerekiyor.
Türkiye adına zirveye katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan ise zirvede iklim değişikliğiyle mücadeleye ilişkin atılan adımları anlattı. Erdoğan konuşmasında iklim değişikliğiyle mücadelede yol haritasını teşkil eden Ulusal İklim Değişikliği Uyum Strateji ve Eylem Planını 2030 ve 2050 hedefleri doğrultusunda güncellendiğini, son 18 yılda 5,1 milyar fidanı toprakla buluşturarak ülkedeki orman varlığının 20,8 milyon hektardan 23 milyon hektara çıkarıldığını ve 2015 yılında sunulan ulusal katkı beyanı çerçevesinde 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarında yüzde 21’e varan azalma beklendiğini ifade etti. Bu veriler ışığında Türkiye’nin, çevre politikasını, tarım sektöründen enerji ve sanayi sektörüne kadar farklı alanlara entegre etmeyi amaçladığı görülüyor.
2018 yılında AB’nin üç katından daha fazla sera gazı emisyonuna neden olan Çin’in zirvede devlet başkanı düzeyinde temsil edilmesi de oldukça önemliydi. Çin Devlet Başkanı Cinping konuşmasında hükümetinin Çin’deki en büyük karbondioksit kaynaklarından biri olan kömür enerjisi projelerini sıkı bir şekilde kontrol edeceğini ve hızlı bir şekilde karbon salımını azaltma yönünde politika yürüteceklerini belirtti. Çin uzun yıllardır dünyanın en çok karbon salımı yapan ülkesi konumunda. Küresel karbon emisyonlarının yüzde 27’sini Çin üretiyor. Bu oran Çin’in, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın ürettiği toplam emisyon oranından daha fazla emisyon ürettiği anlamına geliyor. Bu veriler dikkate alındığında ülkelerin karbon emisyonunu azaltma hedeflerinde kısa vadede büyük bir gelişme beklememek gerekiyor. Zirvede altı çizilen konular ve paylaşılan veriler çevrenin korunması, sürdürülebilir kalkınmanın ve iklim adaletinin sağlanması anlamında önem arz ediyor olsa da alınan kararlar ve verilen sözler ülkeler için bağlayıcılık teşkil etmiyor. Bu nedenle bu tür zirveler, liderler üzerinde psikolojik bir baskı yapmaktan ve sorunların dile getirilmesinden başka bir anlam ifade etmiyor.
Zirveden ne anlaşılmalı?
Zirvede Türkiye’nin de dahil olduğu 40 ülkenin liderleri, iklim değişikliğiyle mücadele taahhütlerine ve yeni hedeflerinin yanı sıra yerel/bölgesel iklim sorunlarına dikkat çektiler. Yerel coğrafi unsurlar ve iklimsel koşullar dikkate alınarak küresel bir çözüm stratejisi geliştirilmesi gerektiği yinelendi. Nitekim Suudi Arabistan’ın dile getirdiği, çölleşme ile mücadelenin ve sürdürülebilir kalkınmanın temel prensip edinildiği “Ortadoğu Yeşil Girişimi” gibi örnekler düşünüldüğünde, bölgesel bir yeşil politikanın gerektiği görülüyor. Bu bağlamda özellikle Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadele konusunda liderlik potansiyelinin olduğunu söylemek mümkün. Türkiye var olan kaynaklarını, jeopolitik ve jeostratejik konumunu doğru yatırımlarla desteklediğinde ve yeşil üretim odaklı ekonomi ve enerji politikası sürdürdüğü takdirde orta ve uzun vadede somut çıktılar elde edebilecektir. Nitekim Türkiye yüzde 52,3’lük yenilenebilir enerji kullanım oranıyla Avrupa’da 6, dünyada 13. sırada yer alıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, konuşmasında dikkat çektiği gibi Türkiye’nin Sıfır Atık projesi ile atıkların geri kazanım oranını 2035 yılında yüzde 60’a çıkarma hedefi de bulunuyor. Ayrıca Türkiye’nin tamamına yaygınlaştırılan Millet Bahçeleri projesiyle de yeşil alanlar ve dolayısıyla “yutak kapasitesi” (yani, karbondioksiti atmosferden yutarak depolayan doğal veya insan yapımı sistemler) hızla artırılıyor.
Nihayetinde zirvede konuşulanlardan ve belirlenen temalardan anlaşılacağı üzere iklimsel göç, karbon emisyonlarının sıfırlanması, küresel ısınmanın önlenmesi ve yeşil ekonomiye yapılacak yatırımlar uzun bir süre daha dünya gündeminde yer alacak gibi görünüyor. Zirveden çıkarılabilecek en belirgin sonuç ise; gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadelede daha fazla sorumluluk alması gerektiği. Endonezya’dan Brezilya’ya, Danimarka’dan Güney Afrika’ya farklı bölgelerden zirveye katılan liderlerin, yöneticilerin ve aktivistlerin çevre sorunlarını dile getirmesi, dünyada zaten var olan gelir ve imkân adaletsizliğinin iklim üzerinden okunmasını sağlıyor.
Öte yandan gerek kuzey-güney ayrımı gerek gelişmiş/az gelişmiş ayrımı üzerinden bakıldığında ülkelerin çevre sorunlarının tamamıyla farklı bir düzeyde olduğu görülüyor. Çevresel sorunların, iklim adaletsizliği gibi iklim değişikliğinin bölgesel etkilerini dikkate alarak küresel düzeyde işbirliği içerisinde çözülmesi gerekiyor. Çevre politikalarının finansmanının sağlanması için devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde olmak önem arz ediyor. Bu tarz zirvelerin bir başka olumlu çıktısı, dünyanın farklı bölgelerindeki iklimsel değişikliklerin ve maruz kalınan zorlukların gündeme getirilmesi oluyor. Ancak ülkelerin iklim vaatleri büyük ölçüde söylemde kalıyor. Örneğin, fosil yakıt tüketiminde üç büyük ülke öne çıkıyor: Çin, ABD ve Hindistan. Bahsi geçen bu ülkeler, dünyanın geri kalanının toplamından daha fazla fosil yakıt kullanıyorlar. BM Çevre Programı tarafından geliştirilen veri tabanına göre, bu üç ülke toplamda dünya fosil yakıtlarının yüzde 54’ünü tüketiyorlar. Bu veriler ışığında ABD’nin, Çin’in ve Hindistan’ın karbon salımını azaltma hedefleri ne gerçekçi ne de kısa vadede gerçekleşebilir.
Bu durumun sebeplerinden biri, ülkeleri ya da ulusal/uluslararası kuruluşları etkin çevre politikası yürütmekten alıkoyan ekonomik maliyetler. Yenilenebilir enerji kullanımı konusunda dünya çapında iyileşme olsa da bu gelişme yeterli değil. Küresel iklim krizini çözmek için yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretimi dışında farklı sektörlerde de kullanılması, fosil yakıt tüketiminin sonlandırılması gerekiyor. 21. Yüzyıl Yenilenebilir Enerji Politikaları Organizasyonunun (REN21) yayımladığı bir rapora göre, yenilenebilir enerjiden elektrik üretiminde önemli bir ilerleme sağlansa da bu kaynakların toplam nihai enerji talebindeki payı sınırlı şekilde artıyor.
Öte yandan, fosil yakıtların gerçek maliyeti, sebep olduğu hava kirliliği, iklim değişikliği ve trafiğin artması gibi kalemler hesaba katıldığında 5,2 trilyon doları buluyor. Bazı ülkelerse kömür kullanımını aşamalı olarak sonlandırsa da yeni kömür santral yatırımlarının devam ettiği görülüyor. Paris İklim Anlaşması 2015’te imzalandıktan sonra özel bankaların fosil yakıt projelerine aktardığı finansmanda her yıl artış yaşanırken, bu rakamın son üç yılda 2,7 trilyon dolara ulaştığı görülüyor. Dolayısıyla çevre sorunları ile mücadelenin devlet ya da özel sektör aracılığıyla desteklenmesi bu hususta önemli konular arasında yer alıyor. İklim değişikliğinin getirdiği maliyetlerin/yıkıcı etkilerin, iklim değişikliği ile mücadelenin getireceği maliyetlerden çok daha fazla olduğundan uzun vadeli/sürdürülebilir politikalar gerekiyor. Fakat çevre politikaları ekonomik, lojistik, toplumsal ve siyasal alanda bütüncül olarak ele alınmadığı ve toplumsal bir bilinç oluşturulmadığı müddetçe, sürdürülebilir kalkınmanın ve iklim adaletinin sağlanması pek mümkün görünmüyor.
[Nurbanu Bulgur Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora öğrencisidir]