Uluslararası toplum Ukrayna’ya ait Kırım ile Donbas havzasının bir kısmının Rusya destekli ayrılıkçı güçler tarafından işgalinin yedinci yılında yaşanan gelişmeler karşısında endişeli. Bugün geldiği haliyle mesele Rusya ile Ukrayna arasındaki bir toprak mücadelesi olmaktan çıktı, Ukrayna’nın NATO üyesi olup olamayacağı meselesine evrildi. 3. Dünya Savaşı rüzgârlarının estiği, hatta nükleer bir çatışma kaygılarının yaşandığı günlerde milyonlarca kişi, Ukrayna’nın NATO üyesi olması halinde bunun Moskova’da yaratacağı endişeyi anlamlandırmaya çalışıyor. Bu endişenin 800 yıllık geçmişine bir yolculuk yapmadan, bugün Karadeniz’in kuzeyindeki askeri hareketliliği anlamak mümkün olmayacaktır.
3. Dünya Savaşı rüzgârlarının estiği, hatta nükleer bir çatışma kaygılarının yaşandığı günlerde milyonlarca kişi, Ukrayna’nın NATO üyesi olması halinde bunun Moskova’da yaratacağı endişeyi anlamlandırmaya çalışıyor.
“Bize barışla gelen misafir olarak karşılanacak fakat kim ki elinde kılıçla gelir, ölümü de kılıçla olacak”. Günümüz Rusyasının temellerini atan tarihi şahsiyetlerden biri olan Novgorod ve Kiev Prensi Aleksandr Nevski’ye atfedilen bu vecize, yaklaşık 800 yıldır Rusya’nın Batı’dan gelen tehditlere bakış açısını özetler nitelikte. Sovyet dönemi yönetmenlerinden Sergey Ayzenştayn 1938 yılında çektiği “Aleksandr Nevski” filminde, Batı’da Nazi Almanyasından kaynaklanan tehdide işaret etmiş ve onları Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun Töton şövalyeleri ile bir tutarak, bir istila girişiminin (Chud ve Pskov göllerinin donmuş yüzeyinde tutuşulan savaşta olduğu gibi) Batılı istilacılar için felaket olacağı uyarısında bulunmuştu. Hitler ile Stalin arasındaki yakın ittifak ilişkisi nedeniyle Ayzenştayn’ın bu epik filmi çekildiği dönemde gösterilmedi. Film ancak 1941’de Almanya Barbarossa harekâtı ile SSCB’yi işgale başlayınca gösterime girebildi.
Bugün NATO’nun Ukrayna’yı üyeliğe kabul etme gayreti, Kremlin Sarayı’nda “Aleksandr Nevski” filminin yeniden gösterime girmesiyle benzer bir anlam taşıyor. Prens Nevski saltanatı boyunca yalnızca Cermenlerin silahlı gücü Töton şövalyeleri ile değil, İsveçliler, Finler ve Litvanyalılarla da savaştı.
Rusya’nın açık denizlere ulaşma sorunu
Türkiye kamuoyunda “sıcak denizlere inme gayreti” olarak bilinen Rusya’nın Akdeniz’e inme çabasından çok önce, Baltık denizi ve Atlantik okyanusuna ulaşarak uluslararası ticaret yollarına hâkim olmak, Rusya’nın Knezlikler (prenslikler) döneminin hedefiydi. 13. yüzyıldan itibaren Novgorod, Kiev ve Moskova prenslikleri, Baltık ulusları, İsveç, Finlandiya, Cermenlerle savaşlara başladı. 15. yüzyılda bu mücadeleye Polonya da eklendi. 16. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu Rus Çarlığı’nın genişlemesine bağlı olarak Moskova ile savaşanlar listesine eklendi. Rus Çarlığı’nın Batı’ya doğru genişleyerek İngiltere ile doğrudan ticaret yapma hedefi, St. Petersburg kentinin de doğmasına neden oldu. Çar Büyük Petro, St. Petersburg kenti ile beraber Rus donanmasının da temellerini attı. Kentin 1702’deki kuruluşunun ardından Rus Çarlığı’nın Baltık denizindeki üstünlüğü arttı. St. Petersburg merkezli bu donanma 1769 yılında Cebelitarık boğazını geçerek Akdeniz’e girecek, 1770 yılında Anadolu kapılarına dayanarak Çeşme açıklarında Osmanlı donanmasını yok edecekti. Rus donanmasına komuta eden Kont Aleksey Grigoryeviç Orlov Akdeniz ve Ege’de Rus deniz üstünlüğünü tesis etmekle kalmamış, Mora yarımadasına çıkardığı askerlerle de Yunanların Osmanlı’ya karşı isyanını kışkırtmıştı.
Karşılıklı misillemeler uluslararası toplumda endişe yaratsa da, füzeler yerine karşılıklı yaptırım ve diplomatları sınır dışı etme kararlarının havada uçuşmasıyla, kontrollü bir gerilim, NATO-Rusya krizinin en azından şimdilik sürdürülebilir çerçevede kalmasını sağlıyor.
Beş yüzyıl boyunca Batılı komşularıyla yürüttüğü mücadele neticesinde, Rus donanması ve modernleşmesi ile simgeleşen St. Petersburg kentinde yeniden örgütlenen Rus Çarlığı, Botni körfezi-Baltık denizi-Kuzey denizi-Atlantik okyanusu-Manş denizi-Akdeniz-Ege ve Çanakkale Boğazı’nı birleştirecek bir jeopolitik pozisyona kavuştu. Fakat Batı ile sınavları sona ermemişti.
1812 yılında Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart’ın Rusya seferi, Rus Çarlığı’nın güvenliğinin kırılganlığını ispatladı. Napolyon atların çektiği toplarıyla Borodino gibi büyük bir muharebeyi de geride bırakarak 82 günde Moskova’ya girdi. 130 yıl sonra Adolf Hitler liderliğindeki Nazi Almanyası, sahip olduğu zırhlı birliklere ve hava gücüne rağmen aynı başarıyı tekrarlayamayacaktı. Napolyon’un Moskova seferi sonuçları itibarıyla felaketine neden olsa da, bir kez daha tekrarlanamayacak bir askeri başarı olarak tarihte geçti. Fakat bu sefer Rusların da gözünü açtı. Bugün Rusya’nın NATO’nun genişlemesine yönelik Gürcistan ve Ukrayna’daki güç kullanımını anlamanın yolu, Napolyon ve Hitler’in Moskova seferlerini etüt etmekten geçiyor. Josef Stalin ülkesinin benzer bir kâbusu yaşamaması için, 2. Dünya Savaşı bitiminde, “Winston Churchill’in buluşu olan deyimle” “demir perdeyi” SSCB’nin sınırlarına mümkün olan en uzak noktaya inşa etmiş, Moskova’nın nüfuz alanını Berlin’e kadar dayandırmıştı. Soğuk Savaş sona ererken Berlin ile (yani NATO’nun doğu sınırı ile) SSCB arasındaki mesafe bin 200 kilometreydi. Varşova Paktı’nın dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle, NATO aradaki mesafeyi kapatmaya başladı.
Gorbaçov’u NATO’nun tehdit olmadığına inandırmak
1986’da dönemin Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Mihail Gorbaçov’dan “Perestroyka ve Glasnost” (Yeniden Yapılanma ve Açıklık ) kavramları duyulduğunda yalnızca SSCB halkları değil, uluslararası toplum da Soğuk Savaş’ın sona ereceği, Berlin Duvarı’nın yıkılacağı ve Varşova Paktı’nın tarihe karışacağına dair işaretleri gördü. Kimsenin beklemediği ise bunun 5 yıl gibi kısa bir sürenin sonunda gerçekleşeceğiydi. Gorbaçov ekonomisi çökmüş, elektronik devrimi yakalayamamış ve yapısal reformlarda yetersiz kalmış Sovyet sisteminin bu haliyle ayakta kalamayacağının farkındaydı. İflası en az zararla atlatmak niyetindeydi. Keza NATO’yu Rusya sınırlarından uzak tutmak da yapılacaklar listesinin başında geliyordu. 12 Aralık 2017’de ABD’de George Washington Üniversitesi Ulusal Güvenlik Arşivi tarafından kamuoyuna açıklanan belgeler, Sovyet liderinin NATO’nun genişlememesi konusunu Batı’daki neredeyse tüm muhataplarıyla ele aldığını
Gorbaçov ve diğer Sovyet yetkilileri bu meseleyi dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush, Dışişleri Bakanı James Baker, Almanya Başbakanı Helmut Kohl, Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand, İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner ile görüştüler. Batılı yetkililerin tamamı Sovyet muhataplarına, NATO’nun Rusya topraklarına doğru genişlemeyeceğine dair “söz” verdi. Evet, yanlış okumadınız. Bu denli hassas bir konuda Batılı liderler yalnızca şifahi olarak Kremlin yönetimine garanti verdi ve Sovyetler Birliği de bunu kabullenerek Berlin Duvarı’nın yıkılması da dahil olmak üzere Varşova Paktı’na son veren tüm gelişmeleri kabullendi. 1989 yılının Aralık ayında H. W. Bush ile Gorbaçov’un bir araya geldiği Malta’daki zirvede, ABD başkanının Doğu Avrupa’da yaşanan değişimi, ülkesinin yayılmacı emelleri için kullanmayacağına dair Rus muhatabına şu sözlerle garanti vermesi, jeopolitik fıkra olarak tarihe geçebilir: “Berlin Duvarı’nın üzerinden atlayacak halim yok”.
Oysa ABD ve NATO’nun Berlin Duvarı’nın üzerinden atlamasına gerek kalmamıştı. Tarihin tekerleği dönüyor, NATO Doğu Avrupa üzerinden Ukrayna sınırına, hatta Kafkaslara doğru yolculuğuna başlıyordu.
NATO neden doğuya ilerliyor? Asıl hedef Almanya mı, Rusya mı?
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağılmasını takiben SSCB’nin de dağılmasıyla, Gorbaçov’a verilen kâğıda dökülmemiş sözlerin tutulmasına da gerek kalmadı. NATO’nun doğuya genişlemesi meselesi, dikkat çekici bir şekilde, 1994 yılının Kasım ayında ABD’deki Kongre seçimleriyle aktif bir şekilde gündeme geldi. Kongre’de çoğunluğu kazanan Cumhuriyetçi Parti temsilcileri 1995’te Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovenya’nın NATO’ya alınması için Beyaz Saray üzerinde baskı kurmaya başladı. Bu süreçte eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin 28 Aralık 1994’te New York Times gazetesinde yayımlanan makalesi, konuya dair ilginç ipuçları . “NATO: Genişle ya da öl” başlıklı makalede, Çeçenistan ve Bosna Savaşları örnekleri üzerinden, İttifak’ın neden doğuya doğru ilerlemesi gerektiği gerekçelendiriliyordu. Brzezinski’nin makalesinde açıkça ifade edilmeyen bir korkunun izleri de hissedilmekteydi. Washington entelijansiyasının, NATO’nun acilen SSCB tarafından boşaltılan alana sahip çıkmaması halinde, Almanya’nın tek başına Orta ve Doğu Avrupa’da nüfuzunu etkin hale getirmesinden endişe ettiği anlaşılıyor. Bu makaleyi bugün ABD’nin Kuzey Akım-2 projesini durdurma ve Rusya-Almanya enerji işbirliğini engelleme çabaları kapsamında bir kez daha okumak, Brzezinski’nin vizyonunu daha anlamlı kılabilir. Nitekim 1996’daki ABD başkanlık seçiminde Orta Avrupa ülkelerinin NATO’ya üyelikleri bir iç politika konusuna dönüştü. Eski ABD başkanı Bill Clinton ikinci kez seçilebilmek için bu kartı devreye sokarak, Doğu Avrupalı göçmenlerin yoğun olarak bulunduğu Michigan, Ohio ve Indiana eyaletlerindeki seçmenlerini hedefleyen konuşmasını Detroit’te yaptı. Detroit konuşmasında Clinton NATO’nun kuruluşunun ellinci yılında İttifak’a yeni üyeler alınmasının şart olduğunu ilan etti. Clinton bölgedeki Orta ve Doğu Avrupa kökenli seçmenlere sempatik görünmek için, kürsüden indikten sonra bölgede Polonya’ya özgü ürünleri ile tanınan Polish Village Cafe’de yemek yiyerek ABD siyasi literatürüne hatırı sayılır bir katkıda bulundu. Rakibi Cumhuriyetçi Bob Dole ise kampanya konuşmalarında, Clinton’ın Polonya, Macaristan ve Çekya’yı NATO’ya dahil etme meselesine 1993’ten beri ayak dirediği suçlamasında bulunuyordu. Orta Avrupa ülkelerinin kaderi ve jeopolitik bir mesele, ABD’deki Doğu Avrupalı göçmenlerin oylarını almak uğruna başkanlık seçiminin malzemesi haline gelmişti.
Fakat ABD’nin Almanya’yı kontrol altında tutarken Rusya’yı Atlantik güvenlik şemsiyesine dahil etme gayreti, 1999’da Çekya, Macaristan ve Polonya’yı ittifak üyeliğine almasıyla Moskova’da beklenmedik bir reaksiyon yarattı. 1999’un Mart ayında üç ülke NATO üyesi olurken Ağustos ayında Rusya Federal Güvenlik Servisi Başkanı Vladimir Putin başbakanlık görevine getiriliyordu. Aynı yılın 31 Aralık günü ise Boris Yeltsin’in devlet başkanlığından sürpriz istifasıyla, Putin iktidar basamağının tepesine tırmanıyor ve Rusya lideri oluyordu. Bu aynı zamanda, Kuzey Atlantik İttifakı ile uzlaşmacı bir tutumu savunan Moskova’daki politik elitin de tarih sahnesinden çekilmesi anlamına geliyordu.
Truva atı olarak Rusça konuşan azınlıklar
Putin’in iktidara gelişiyle Kremlin’deki iktidar yapısındaki değişiklik, NATO’nun genişleme iştahını azaltmak bir yana daha da kamçıladı. Batı, Rusya’nın ekonomik olarak toparlanmasına fırsat vermeden, NATO’yu mümkün olan en hızlı sürede, en geniş sınırlara ulaştırmanın peşindeydi. 2004 yılında Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Bulgaristan’ın İttifak’a dahil olmasıyla Balkanlar, Orta Avrupa ve Baltık bölgesinde mutlak hakimiyet sağlandı. Böylece Estonya’dan Türkiye sınırına kadar Rusya ile 2 bin 300 kilometrelik yekpare bir cephe teşkil edilmiş oldu. NATO Baltık bölgesinde Rusya sınırına dayanırken, en yakın NATO üyesi ile Moskova arasındaki mesafe de 800 kilometreye kadar indi. Fakat ilerleme burada da duracak gibi değildi. Şimdi gözler Gürcistan ve Ukrayna’ya çevrilmişti. Fakat artık Kremlin de boş durmuyordu. 2004 yılında Rusya da karşı atağa geçti. Önce “Turuncu Devrime” sahne olan Ukrayna ile enerji fiyatları üzerinden bir kriz başlatıldı. Eş zamanlı olarak Rusya parlamentosu alt kanadı Duma, Gürcistan’dan ayrılmak isteyen Güney Osetya ve Abhazya bölgelerini destekleyen kararlar aldı. 8 Ağustos 2008’e gelindiğinde, NATO’ya katılmaya niyetlenecek eski bir Sovyet Cumhuriyeti’nin başına neler gelebileceği Gürcistan örneğiyle dünyaya gösterildi. Rus ordusu, Güney Osetya ve Abhazya’nın ayrılıkçı taleplerini destekleyerek saldırıya geçti. 5 gün içinde Gürcistan ordusunun savunması çöktü, Rus askerleri başkent Tiflis’e 40 kilometre mesafede uluslararası diplomatik baskı ile durdurulabildi. Böylece 2-4 Nisan 2008 tarihlerinde Gürcistan’ın NATO üyesi olması yönünde Bükreş’teki zirvede alınan kararın bugüne kadar hayata geçirilmesi mümkün olmadı.
Ukrayna’da ise Rusya’nın enerji fiyatları üzerinden başlattığı kriz, bu ülkenin siyasi sistemini felç eden bir nitelik kazandı. 2010 yılında Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’in devlet başkanı seçilmesi, NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin (AB) hesaplarını alt üst etti. Yanukoviç’in 2013 yılında AB ile anlaşmaları yürürlükten kaldırma girişimi yangına benzin döktü. Siyasi kriz sokak çatışmalarına dönüştü. Rusya’ya Donbas bölgesini ve Kırım’da Rusça konuşan Ukrayna vatandaşlarını “koruma” bahanesiyle askeri müdahalede bulunmasının zeminini hazırladı. 2014 yılına gelindiğinde, Güney Osetya ve Abhazya eliyle Gürcistan’a karşı uygulanan taktik, Donbas’ın Rus ayrılıkçılar tarafından işgali, Kırım’ın ise doğrudan Rusya tarafından ilhakıyla Ukrayna’da uygulamaya konuldu. Rusya’nın gerekçesi anadili Rusça olan soydaşlarını korumaktı. Ukrayna’da yürürlüğe konulan bu yeni yöntemin Baltık ülkeleri ve Belarus’ta da sahaya sürüleceği kısa sürede idrak edildi. SSCB’nin dağılmasının ardından ayrılan cumhuriyetlerdeki Rus topluluklarının oradaki varlıklarını sürdürmesindeki Rusya’nın ısrarı da böylece aydınlanmış oldu. Bugün Belarus, Letonya ve Estonya da (anadili Rusça olan nüfusun oranı itibarıyla) bir Rus askeri müdahalesine ya da hibrit savaş taktiklerine hedef olma potansiyeli taşıyor. Rusya bu hibrit müdahale metodunu, 2020 yılının Ağustos ayında Belarus’taki devlet başkanlığı seçiminin ardından, müttefiki Aleksandr Lukaşenko’ya verdiği destekle de bir kez daha sahneye koydu.
Ukrayna karşı atakta
Gürcistan Savaşı, Donbas’ın işgali ve Kırım’ın yasadışı ilhakı NATO’nun genişleme politikasını yavaşlattı ama durduramadı. 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ ve 2020’de Kuzey Makedonya İttifak’a dahil oldu. Ukrayna da 2021 yılının Mart ayında, topraklarının yasadışı şekilde işgal ve ilhakının yedinci yıldönümünde karşı atağa geçti. Aslında bu diplomatik atak, öncesinde uzun bir askeri hazırlık döneminin ardından geldi. 2016 yılının Eylül ayında, dönemin ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, 2007 yılında ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı iken emekliye ayrılan General John Abizaid’i, dönemin Ukrayna Savunma Bakanı Stepan Poltorak’a danışmanlık yapması için görevlendirdi. Abizaid 2018 yılının Kasım ayında Riyad Büyükelçisi olarak görevlendirilene kadar, Ukrayna ordusunu NATO standartlarına ulaştırmak için sistematik bir çalışma yürüttü. Bu sürede ABD Ukrayna ordusuna iletişim sistemleri, Javelin anti-tank füzeleri ve zırhlı araçlar temin etti. Ukrayna resmen bir NATO ülkesi olmasa da, aradan geçen 5 yılda ABD, İngiltere, Polonya ve Türkiye’nin de desteğiyle NATO standartlarına ulaştı. Askeri hazırlıklarını tamamladığı kanaatine varan Ukrayna, işgal altındaki topraklarını geri almak için Mart ayında bir strateji belgesini yürürlüğe koydu. Bu belge Donbas ve Kırım’ın diplomasi ve diyalog yoluyla geri alınmasını hedeflese de, Rusya’nın Ukrayna sınırı boyunca Donbas’ta, Kırım, Belarus ve Karadeniz’de olağanüstü bir askeri hareketliliği de beraberinde getirdi. Taraflar bugün bir yandan askeri yığınaklarını güçlendirirken, bir yandan da silahlı çatışmadan mümkün olan son ana kadar kaçınacak şekilde, psikolojik harp ve propaganda savaşının sınırlarını zorluyorlar.
Diplomatlar ve yaptırımlar savaşı
Tansiyonun yükselmesiyle beraber, ABD ve müttefikleri Rusya’yı hedef alan bir yaptırım ve diplomatların sınır dışı edilmesi dalgasını harekete geçirdiler. Bu da kısa sürede karşılıklı tsunamiye dönüştü.
ABD Rus muhalif Aleksey Navalnıy’ın hapiste tutulması, Rusya’nın 2020 ABD başkanlık seçimlerine müdahalesi ve “SolarWind Siber Saldırısı” gerekçeleriyle 10 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı alırken Rusya’dan 32 kuruluşu ve kişiyi de yaptırımlar listesine dahil etti. 2021 yılı başında ortaya çıkarılan SolarWinds siber saldırısının sorumlusu olarak Rusya Dış İstihbarat Servisi (SVR) şüpheli listesinin başında geliyor. Saldırıda Amerikan yazılım şirketi “SolarWinds”in ağ izleme ve yönetme platformu Orion hedef alınmıştı. ABD’nin Orion kullanıcısı Hazine, Ticaret, Dışişleri ve Enerji Bakanlıkları ile Ulusal Nükleer Güvenlik Ajansı bu siber saldırıdan etkilenen kurumlar arasında. ABD’yi hedef alan bu saldırıyla ilgili olarak İngiltere, NATO, AB, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda da Rusya’yı suçladı. ABD’nin yaptırım kararlarıyla aynı gün, Polonya da Rusya’nın Varşova Büyükelçiliği’ndeki 3 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı aldı.
Rusya’nın suçlamalara ve yaptırımlara yanıtı ise 10 ABD diplomatını sınır dışı etmek ve 8 ABD’li yetkilinin ülkeye girişini yasaklamak şeklinde oldu. Rusya’ya girişi yasaklananlar arasında ABD Federal Araştırma Bürosu (FBI) Direktörü Christopher Wray ile ABD Başsavcısı Merrick Garland da bulunuyor. Rusya bununla da kalmayarak 5 Polonyalı diplomatı da sınır dışı etme kararı aldı.
16 Nisan’daki gelişmeler bunlarla sınırlı kalmadı. Aynı gün Rusya’nın Karadeniz ile Azak denizini birbirine bağlayan Kerç boğazını 6 ay süreyle geçişlere kapatması, Karadeniz’in askeri statüsüyle ilgili tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü John Kirby bu hamlenin Rusya’nın Karadeniz’e erişimi kısıtlama gayretlerinin bir parçası olduğuna işaret ederken seyir özgürlüğünü tehdit ettiğini söyledi.
Diplomatları sınır dışı etme mücadelesi 17 Nisan’da Moskova-Kiev mücadelesine sıçradı. Ukrayna’nın St. Petersburg Konsolosu Aleksandr Sosonyuk bir Rus vatandaşı ile yemek yediği mekânda Rusya Federal Güvenlik Servisi (FSB) tarafından gözaltına alındı. Sosonyuk bir Rus vatandaşından devlet güvenliğini ilgilendiren gizli belgeler temin etmekle suçlandı. Ukrayna’nın yanıtı aynı gün geldi ve 19 Nisan’dan geçerli olarak Kiev’deki Rusya Büyükelçisi’nin 72 saat içerisinde ülkeyi terk etmesini istedi. Bu restleşmeye aynı gün içinde Çekya da dahil oldu. Çekya 2014 yılında bir mühimmat deposunun havaya uçurulmasından Rusya Askeri İstihbarat Servisi’nin (GRU) sorumlu olduğunu duyurarak 18 Rus diplomatı sınır dışı etme kararı aldı. GRU’nun 29155 isimli birimi tarafından düzenlenen sabotaja katılan Aleksandr Mişkin ve Anatoli Çepiga’nın arandıkları açıklandı. Çekya istihbaratına göre her iki şüpheli de mühimmat deposunun havaya uçtuğu ve 2 kişinin hayatını kaybettiği olay öncesinde, deponun ve mühimmat fabrikasının bulunduğu Vrbetice kentini ziyaret etmişlerdi. Mişkin ve Çepiga’nın isimleri, İngiltere’ye sığınan eski Rus gizli servis mensubu Sergey Skripal’in 2018 yılındaki zehirlenme vakasında da şüpheli listesinde yer alıyordu. Prag yönetiminin bu kararına misilleme olarak Rusya Moskova’daki Çekya Büyükelçiliği’ni kapatma kararı aldı.
Karşılıklı misillemeler uluslararası toplumda endişe yaratsa da, füzeler yerine karşılıklı yaptırım ve diplomatları sınır dışı etme kararlarının havada uçuşmasıyla, kontrollü bir gerilim, NATO-Rusya krizinin en azından şimdilik sürdürülebilir çerçevede kalmasını sağlıyor. İngiltere’nin Karadeniz’e bir savaş gemisi gönderme kararıyla beraber, yaptırım ve karşılıklı diplomat sınır dışı etme kararlarının daha geniş bir cepheye yayılabileceğini şimdiden söyleyebiliriz. Rusya’yı diplomatik ve ekonomik olarak yalnızlaştırmayı hedefleyen bu hareket tarzı, kısa vadede Rusya ile savunma ve ekonomi alanında ilişki kuran Türkiye, Almanya, Hindistan, İran gibi ülkeleri de daha fazla etkileyecek sonuçları beraberinde getirecektir.
2. Dünya Savaşı’nın ardından edinilen tecrübeler, Rusya’nın askeri güçle girdiği bir yerden askeri güçle çıkartılmasının imkânsızlığını gösterdi. ABD ve NATO müttefikleri 1980’li yıllarda olduğu gibi, Rusya’yı savunma alanında büyük harcamalara yönelterek bir sosyoekonomik yıkımın zeminini hazırlama yolunu tercih etmiş görünüyorlar. Fakat 2019 yılında başlayan küresel ekonomik yavaşlama ve yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının da etkisiyle, Rusya üzerinde kurulacak bu baskı çok daha geniş bir alanda ekonomik yıkıma yol açacak sonuçları beraberinde getirme potansiyelini de taşıyor.
[Gazeteci Mehmet A. Kancı Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]