Göreve başladığı 2016 yılından itibaren “Önce Amerika” (America First) stratejisi doğrultusunda birçok alanda korumacı politikalara yönelen ABD Başkanı Donald Trump’ın görev süresi, 2020 seçimlerini en büyük rakibi Demokrat Partili Joe Biden’a kaybetmesiyle sona eriyor. Geçen dört yıllık süre zarfında Cumhuriyetçi Trump yönetimi, ülkenin stratejik ilişkilere sahip olduğu Avrupa Birliği (AB) ile İran’la nükleer anlaşma, Paris İklim Anlaşması ve ilave gümrük vergileri gibi birçok konuda karşı karşıya geldiği için Washington-Brüksel hattında yarım asırdan fazla süredir devam eden olumlu hava bir anda tersine döndü. Bundan ötürü Trump’ın izlediği dışlayıcı ve sert politikaların aksine daha kapsayıcı ve liberal politikalar vaat eden Biden’ın 2021 Ocak ayında görevi devralmasıyla birlikte ilişkilerin birçok alanda yeniden güçlenmesi bekleniyor.
Trump’ın tek yanlı ve korumacı politikaları neticesinde birçok Avrupa ülkesinin ve kurumsal olarak AB’nin ABD’ye yönelik yaşadığı güven bunalımının hemen ve tamamen sona ermesi söz konusu değil.
Siyasi ilişkilerde ve güvenlik politikalarında yenilenme
1950’lerde başlayan Avrupa bütünleşmesine küresel siyasette sahip olduğu hegemonik gücüyle dışarıdan en büyük desteği sağlayan ABD ile bugünkü AB arasındaki siyasi ilişkiler uzun yıllar boyunca karşılıklı siyasi güvene dayalı olarak devam etmişti. Ancak Beyaz Saray’da farklı başkanların görevde olduğu dönemlerde bile geleneksel ortaklığa dayalı olarak yürütülen transatlantik ilişkiler, Trump’ın salt Amerikan çıkarlarını önceleyen nev’i şahsına münhasır duruşu ve Avrupa’ya yönelik takındığı katı tutum nedeniyle erozyona uğrayarak ikili ilişkilerdeki yapısal güvenlik ortamı hasar gördü. Dört yıllık görev süresi boyunca AB’yi sık sık sert söylemlerle eleştiren Trump’ın bu sert tavrı, en somut şekilde, birliğe dair yaptığı “cehennem çukuru” ve “ticari hasım” nitelendirmeleriyle tecessüm etti. Buna karşın yeni Başkan Biden’ın genel olarak dış politikada ve özel olarak AB ile ilişkilerde daha pozitif bir ajandaya sahip olmasından ötürü öncelikle Avrupa’daki transatlantikçi kanat nezdinde oldukça iyimser beklentilerin oluştuğunu ifade etmek gerekiyor. Nitekim Biden’ın seçimleri kazandığı belli olduktan sonra AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, bu olumlu beklentileri “Bizi hasım görmeyen bir ABD başkanı ile çalışmaktan memnuniyet duyacağız” açıklamasıyla ortaya koydu. Bunun yanı sıra her iki taraftaki transatlantikçiler, küresel siyasetteki hareket alanını her geçen gün genişleten Çin’in kısıtlanması adına ABD-AB ilişkilerinin eskisinden de fazla güçlenmesi gerektiğini düşündüğü için Trump döneminde hasar gören ilişkilerin Biden’la birlikte tazelenmesi bekleniyor.
Diğer taraftan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan transatlantik güvenlik mimarisinin ekseni olan NATO’ya dair de Trump’ın mesafeli bir yaklaşım sergilemesi ve örgütü “modası geçmiş” şeklinde nitelendirmesi, Rusya’yı kendisine tehdit olarak gören birçok AB üyesi ülkede endişelere sebep oldu. Buna ilaveten dört yıllık görev süresi boyunca Trump’ın transatlantik ittifakta askeri yükün ABD’nin üzerine bırakıldığına yönelik sık sık açıklamalar yaparak Almanya gibi düşük savunma bütçesine sahip ülkelerden yıllık savunma harcamalarını artırmalarını istemesi; aksi takdirde 5. maddedeki karşılıklı savunma taahhüdüne uyulmayacağını ima etmesi ise güvenlik endişelerini had safhaya çıkardı. Trump’ın ABD-AB arasındaki geleneksel ilişkilere aykırı tutumu, AB üyelerinin Washington’a karşı güven kaybı yaşamasına neden oldu. Bu minvalde, özellikle Almanya’nın aksine Fransa gibi birlik içerisinde daha Avrupacı kanadı temsil eden bazı ülkeler NATO’dan bağımsız bir savunma kapasitesi oluşturabilmek için ortak savunma projesi olarak da bilinen Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Antlaşması (PESCO) fikrini yakın zamanda gündeme getirdiler. Fakat AB ülkeleri arasında bugüne dek güvenliğe dair bütünleşme noktasında ciddi şüpheler ve kapasite farklılıkları bulunduğu için PESCO’ya dair somut bir ilerleme sağlanabilmiş değil.
Trump döneminde Atlantik’in doğu kanadıyla güvenlik alanında yaşanan olumsuz gelişmelere karşın yeni Başkan Biden, seçim sürecinde NATO’nun önemine dikkat çekerek ittifaka bağlılığını göstermeye çalıştı. Biden bunun için mevcut uluslararası dinamikler karşında transatlantik ittifakın Avrupa ayağının güçlendirilmesi gerektiğini savunmakta ve NATO’da 21 üyesi bulunan AB’nin ittifaka bağlılığını ortak Rusya ve Çin tehditlerine karşı değerli görüyor. Buna karşın AB tarafı her ne kadar Trump’ın gidişinden memnun olsa da yeni dönemde güvenlik alanına dair geliştirilecek ilişkilerde temkinli olacağı söylenebilir. Zira geçen dört yıldaki Trump tecrübesi nedeniyle Fransa’nın başını çektiği bazı ülkeler, NATO üzerinden ABD’ye duyulan bağımlılığın azaltılması ve AB’nin savunma alanında da kendi ayakları üzerinde durabilmesi için çaba göstermeye devam edecektir. Buna paralel olarak Trump döneminde gündeme gelen diğer NATO üyelerinin yıllık savunma harcamalarını en az yüzde ikiye artırmasına yönelik tartışmanın Biden döneminde farklı ifade ve içerik tarzlarıyla da olsa devam etmesi bekleniyor.
Özellikle NATO üzerinden devam eden tartışmalar bitmeden ve Atlantik’in doğu yakasına güvenlik politikalarına dair somut garantiler verilmeden Avrupa’daki yaygın endişelerin sona ermesi pek mümkün görünmüyor.
Transatlantik ticaret ve yatırım
Demokrat Partili yeni Başkan Joe Biden döneminde Atlantik’in iki tarafında ivme yakalanması beklenen bir diğer alan ise ekonomik ilişkiler. Zira Trump Amerika’nın AB ülkeleriyle toplam ticarette her yıl 100 milyar dolardan fazla açık vermesi sebebiyle dört yıllık görev süresi boyunca korumacı ticaret politikalarına yöneldi. Bu kapsamda Trump yönetiminin çelik ve alüminyuma ilave gümrük vergileri koyması ve buna mukabil AB’nin birçok Amerikan menşeli ürüne yeni vergileri devreye sokması nedeniyle iki taraf arasında ekonomiye dair uzun zamandır devam eden olumlu hava sekteye uğradı ve taraflar bir nevi ticaret savaşının eşiğine geldiler.
Öte yandan bir bütün halinde ABD ve 27 AB üye ülkesinin toplam ekonomik büyüklüğü dünya gayrisafi milli hasılasının yarıya yakınını oluşturmakla birlikte taraflar arasındaki ticaret hacmi uzun yıllardır epey yüksek düzeylerde seyrediyor. Örneğin 2019 verilerine göre ABD ve 27 AB üye ülkesi arasındaki mal ve hizmet odaklı ticaret hacmi 1,1 trilyon dolar seviyesine AB’deki Amerikan yatırımları Asya ülkelerindeki tüm Amerikan yatırımlarının üç katına ve ABD’deki AB menşeli yatırımlar Hindistan ve Çin’deki tüm AB yatırımlarının yaklaşık sekiz katına ulaşmıştır. [2] Bu somut verilerden hareketle ABD ve AB arasındaki gümrükleri ve ticaret engellerini kaldırarak taraflar arasındaki ticaret hacmini artırma gayesiyle Obama yönetiminin en önemli projelerinden biri olarak 2013 yılında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) görüşmeleri başlamıştı. Amerikan ve AB ekonomilerinin büyüklüğü sebebiyle teknik görüşmeler uzun bir süre devam etse de Trump göreve geldikten sonra selefinin aksine daha korumacı ekonomi politikaları izlediği için TTIP görüşmelerini rafa kaldırıldı ve Obama döneminde taraflar arasında sağlanan olumlu ivme kaybedildi. Zira ABD-AB ticaret hacminde ABD’nin her yıl en az 100 milyar dolar açık vermesini sorunsallaştıran Trump yönetimi, TTIP’nin ABD ekonomisine yarardan çok zarar getireceği düşüncesinden ötürü olası bir anlaşmaya karşı çıktı. Buna karşın Obama’nın yardımcılığını yaptığı dönemde Biden’ın zaman zaman TTIP’nin öneminden bahsetmesi ve olası bir serbest ticaret anlaşmasının her iki tarafa da fayda sağlayacağını ifade etmesi dikkate alındığında yeni dönemde güncel şartlara uyarlanmış TTIP görüşmelerinin gündeme geleceği düşünülüyor.
TTIP görüşmeleri her ne kadar tüketici haklarının korunması ve gıda güvenliğinin sağlanması gibi kritik konularda bazı soru işaretleri barındırsa da Kovid-19’un tüm küresel ekonomide yarattığı tahribatın transatlantik ticari ilişkilere de yansıması sebebiyle Biden döneminde Washington-Brüksel hattında yeni ticaret ve yatırım görüşmelerinin başlayacağına yönelik olumlu bir hava oluşmuş bulunuyor. Bu çerçevede ABD ve AB arasında güne uygun şartlara göre hazırlanıp yürürlüğe girecek olası bir serbest ticaret anlaşması, her iki taraf için de büyük bir ekonomik canlanmaya imkân sağlayacaktır. Ayrıca “ortak tehdit” olarak görülen Çin’i ekonomik açıdan kısıtlayabilecek potansiyele sahip olduğu için de Biden’ın bu konuda adım atacağı tahmin ediliyor. Nitekim Biden’ın daha önce yaptığı bir açıklamada Trump’ın ABD’yi tek başına Çin’le ticaret savaşına sokmasını yanlış bir adım olarak değerlendirmesi ve Washington’ın Pekin’e karşı demokratik müttefikleriyle birlikte mücadele etmesi gerektiğini ifade etmesi bu beklentileri kuvvetlendiriyor. Aynı minvalde Çin’in öncülüğünde Asya-Pasifik bölgesindeki toplam on beş ülkenin sekiz yıl süren müzakerelerden sonra yakın zamanda dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşması olarak bilinen Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) anlaşmasını imzalaması dikkate alındığında Biden’ın bu konuda mecburen oyun değiştirici bir adım atması gerekecektir. Bu noktada RCEP ülkelerinin toplam nüfuslarının iki milyardan fazla ve toplam ekonomik büyüklüklerinin küresel gayrisafi yurt içi hasılanın yaklaşık yüzde 30’una tekabül ettiğini hatırlamakta fayda var. Bunların yanı sıra Trump’ın korumacı ekonomi politikalarının aksine Biden yönetimi daha liberal ekonomi politikaları vaat ettiği için karşılıklı doğrudan yatırımların da artacağı tahmin ediliyor. Bu kapsamda özetle, Biden dönemine dair oluşan ilk izlenime göre ekonomik ilişkilere de olumlu bir havanın hâkim olacağı söylenebilir.
Bunlara karşın TTIP görüşmelerinin başladığı 2013 yılında AB üyesi olan İngiltere’nin 2016 yılında gerçekleşen referandum sonrasında birlikten ayrılık sürecine (Brexit) girmesiyle birlikte Brüksel ve Londra arasında ticaret anlaşmasına yönelik görüşmeler başladı fakat geçen süre zarfında bir sonuca varılamadı. Bundan ötürü Brüksel-Londra arasında olası ticaret anlaşmasında uzlaşı sağlandıktan sonra AB-ABD arasındaki muhtemel TTIP görüşlerinin yeniden başlaması daha mantıklı duruyor. Aksi takdirde Brüksel’in aynı anda İngiltere ve ABD ile farklı ticaret görüşmeleri yapması teknik açıdan Birliği zorlayabilir. Ayrıca yukarıda ifade edildiği üzere, ABD’nin AB ülkeleriyle ticarette her yıl 100 milyar dolardan fazla ticaret açığı vermesi sebebiyle Biden’ın Trump’ın salt korumacı ekonomi politikaları kadar olmasa da bu ticari dengesizliğini azaltmaya yönelik yapısal politikalar geliştirmesi şu anki öngörüler arasında yer alıyor.
Sonuçlandırmak gerekirse, Trump sonrası dönemde ABD ve AB arasındaki ilişkilere dair şu an genel olarak olumlu bir hava seziliyor ve Trump’ın görevde olduğu son dört yılda transatlantik ilişkilerde oluşan siyasi gerilimin Biden’ın göreve başlamasıyla birlikte kademeli şekilde düşmesi bekleniyor. Ancak Trump’ın ortaya koyduğu büyük strateji ve bu stratejiye paralel attığı adımlar neticesinde birçok Avrupa ülkesinin ve kurumsal olarak AB’nin ABD’ye yönelik yaşadığı güven bunalımının hemen ve tamamen sona ermesi söz konusu değil. Özellikle NATO üzerinden devam eden tartışmalar bitmeden ve Atlantik’in doğu yakasına güvenlik politikalarına dair somut garantiler verilmeden Avrupa’daki yaygın endişelerin sona ermesi pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle Avrupa ülkeleri önümüzdeki süreçte özellikle askerî açıdan ABD’ye olan bağımlılıklarını azaltmak için yapısal politikalar geliştirmeye devam edecektir. Ekonomiye dairse iki tarafa da kazanç sağlayacak durumlar söz konusu olduğu için bu alanda daha yakın ilişkilerin tesis edileceği ve kazan-kazan ilkesine dayalı adımların atılacağı tahmin ediliyor. Bunların dışında küresel iklim değişikliği, uluslararası terörle mücadele, Suriye meselesi, yenilenebilir enerji ve Kovid-19’la mücadele gibi konularda da Atlantik’in iki tarafının birlikte çalışabileceği daha birçok alan bulunduğu için ilişkilerde bir tazelenme dönemine girilmesine kesin gözüyle bakılıyor.
[Hacı Mehmet Boyraz SETA Avrupa Araştırmaları Direktörlüğü’nde görev yapmakta ve Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora tez çalışmalarına devam etmektedir]
[Ahmet Karafil Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora öğrencisidir]