ABD’nin Afganistan sahasındaki reel politiği kabullenerek, yirmi yıl devam eden işgali sonlandırmaya yönelik kararı uluslararası siyasetin önemli bir gündem maddesi olmaya devam ederken, geçen hafta Başkan Joe Biden’ın Yemen Özel Temsilcisi Timothy Lenderking’in Husiler ve Yemen’deki çatışmaya ilişkin son açıklamaları, ABD’nin Yemen’de de benzer bir politikaya zemin hazırladığı şeklinde okunmalı.
Uluslararası arenada, Joe Biden döneminin başlamasıyla birlikte genelde ABD’nin dış politikasında özelde ise Orta Doğu politikasında önemli değişimlerin ortaya çıkacağına yönelik yüksek beklentiler bulunuyordu. Kaşıkçı raporunun açıklanması, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’a yönelik silah ambargoları ve ABD ordusunun Afganistan’dan çekilmeye başlaması bu beklentileri bir anlamda güçlendirdi. Önümüzdeki dönemde İran nükleer anlaşmasının ve Yemen savaşını sonlandırmanın sırada olduğunu söyleyebiliriz. Orta Doğu bölgesinde son dönemde yaşanan tüm bu gelişmeler Biden iktidarıyla değişen ABD dış politika vizyonuna ilaveten daha geniş ölçekte küresel ve bölgesel koşullarda yaşanan değişimle de yakından alakalı.
Bölge siyasetinde değişim rüzgârları
Son dönemde Orta Doğu siyaseti önemli değişim sinyalleri veriyor. 2021 yılı başlarında Katar ablukasının sonlandırılmasıyla başlayan değişim rüzgârı Riyad yönetiminin Tahran’a yönelik sıcak mesajlarıyla devam etti. Her iki gelişme de bölgede rakip/düşman aktörlerin ılımlı bir siyasete doğru evirildiğini göstermekteyken araya İsrail’in Ramazan bayramında Kudüs ve Gazze’ye yönelik saldırgan politikaları girdi. İsrail’in saldırganlığı bölgede şiddeti tetiklemiş olsa da içinde bulunduğumuz dönemde bölge siyasetindeki değişimin ivmesini koruduğunu söyleyebiliriz.
Hafta başında Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi Bağdat’a resmi bir ziyarette bulundu. Bu, bir Mısır Cumhurbaşkanının otuz yılı aşkın bir süredir Irak’a düzenlediği ilk resmi ziyaret olması sebebiyle son derece önemli bir gelişme. Uzun yıllar Arap dünyasına liderlik iddiasındaki iki rakip aktör olan Mısır ve Irak’ın yakınlaşması Körfez bölgesinde yeni dinamikler üretebilir. Yine geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın Pakistan’a yönelik yıllık bir buçuk milyar dolarlık petrol yardımını yeniden başlatma kararı aldığına şahit olduk. [1] Bu yardım 1990’lı yıllarda Pakistan’ın nükleer faaliyetleri dolayısıyla Batı tarafından maruz bırakıldığı yaptırımları hafifletmek için başlatılmıştı ve Pakistan’ın, Yemen savaşına destek olmak için kara birlikleri göndermemesi sebebiyle Suudi Arabistan tarafından askıya alınmıştı.
Her iki gelişme de BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’dan oluşan statükocu Arap blokunun İran karşısında askeri sahadaki başarısızlıklarını diplomatik/ekonomik kartlar üzerinden telafi etme çabasını yansıtıyor. Suudiler uzun süre hem Yemen hem de Suriye cephesinde Mısır ve Pakistan kara birliklerini sahaya sürmek için çok uğraştılar. Bu amaç uğruna her iki ülkeye de cömert finansal destek paketleri açıkladılar. Bugün geldiğimiz noktada “çek defteri” politikasının kendisinden beklenen faydayı sağlamadığı tespitini yapabiliriz. Hem Mısır’ın hem de Pakistan’ın, Suudilerden gelen yoğun baskıya ve ciddi ekonomik avantajlara rağmen kara birliklerini sıcak savaşa sokmaması sahada dengelerin Suudiler aleyhine dönmesine sebep oldu. Ortaya çıkan bu sonuçta BAE’nin çatışmanın ortasında Suudileri yalnız bırakmasının ve Riyad’ın en büyük destekçisi Trump’ın ABD seçimlerini kaybetmesinin de önemli rolü bulunuyor.
Suudilerin Yemen çıkmazı
Yemen savaşı genç Veliaht Prensin Suudi tahtına terfi etmek için düzenlediği bir halkla ilişkiler çalışmasıydı. Muhammed bin Selman altı aydan daha kısa bir sürede Sana’ya “fatih” olarak girecek ve bu başarısı sayesinde güçlü rakipleri/kuzenleri karşısında Suudi tahtını elde edecekti. Çünkü Yemen Suudiler açısından kurucu kral Abdülaziz’den beri ülke istikrarı için en büyük tehdidi temsil ediyor. Hatta 1953 yılında ölen kral Abdülaziz’in ölüm döşeğindeyken oğullarına “Yemen’i zayıf tutun” şeklinde vasiyette bulunduğu anlatılır. Ancak aradan geçen altı yılı aşkın bir süreye, harcadıkları onca askeri/ekonomik/diplomatik çabaya rağmen Suudiler, Yemen’de kendileri lehine politik bir düzen oluşturamadıkları gibi bin 600 km’yi bulan tüm güney sınırları boyunca bir “çökmüş devlet” var ettiler.
Bugün Husiler başkenti dâhil Yemen’in çok önemli bir kısmını kontrol ediyorlar ve Suudi müdahalesine rağmen kontrol ettikleri alanları hızla genişletiyorlar. Son dönemde kritik Marib kentine yönelik artan Husi baskısı, sahadaki reel politiği yansıtması açısından önemli. Yemen savaşında Husilerin sahada elde ettiği başarılar ve Suudilerin askeri alanda sergiledikleri zafiyet Husileri ülke siyasetinin önemli bir aktörü haline getirdi. Lenderking’in, Husiler hakkında “ABD onları meşru bir aktör olarak tanıyor”, “…Sahada var olan gerçeklerle ilgilenelim” şeklindeki ifadeleri, daha sonradan yapılan açıklamalarla düzeltilse bile, ABD’nin Husileri Yemen savaşının galibi olarak ilan etmesinden başka bir şey değil.
Suudilerin Yemen “bataklığından” çıkma konusunda çok istekli oldukları bilinen bir gerçek. Bir süredir Umman’ın arabuluculuğunda yürütülen görüşmeler bu amaca matuf. Umman’ın Yemen savaşında Suudilere katılmayarak ve savaş sırasında Yemen halkının yanında durarak sergilediği ilkeli tutum, Muskat yönetimini Husiler nezdinde sözüne itibar edilen bir aktör haline getirdi. ABD’nin de desteklediği bu tarz diplomatik girişimler her ki tarafın pozisyonlarında makasın çok açık olması ve müzakerede oldukça katı bir tutum sergilemeleri sebebiyle zor ilerliyor. Lenderking’in Husileri “meşru bir aktör” olarak tanımlaması, ülkede tırmanan şiddetin tek sorumlusunun Husiler olmadığını, Suudilerin de bu durumdan payının olduğunu ve Husilerin “Yemen’deki herhangi bir barış sürecinin ayrılmaz bir parçası olması gerekeceğini” ifade etmesi, Suudilerin müzakere sürecindeki bu katı tutumunu yumuşatmaya yönelik bir baskı olarak yorumlanabilir. Kısaca Lenderking, bu açıklamaları ile Riyad’a, “Galiplere ağır şartlar dayatamazsın” diyor.
ABD’nin Husilere yönelik tavrındaki bu değişimin, yaklaşmakta olan İran nükleer anlaşması için İran’a yönelik ılımlı bir mesaj da içerdiğini kabul etmeliyiz. Bu sayede ABD, son dönemde İran destekli yapıların Irak ve Suriye’deki ABD üslerine yönelik saldırılarını durdurmayı da hedeflemiş olabilir. Nitekim Salı gecesi İran destekli guruplar, ABD’nin Irak ve Suriye’deki üslerine yönelik saldırılarını durdurma kararı aldıklarını deklare ettiler. [2] Aynı zamanda ABD, Yemen’de Suudilerin en büyük düşmanı olan bir yapıyı resmi olarak muhatap alabileceğini ifade ederek, olası bir İran nükleer anlaşmasına yönelik Suudi muhalefetini yumuşatmayı ve Suudileri bölgede şiddeti tırmandırmama konusunda ikaz etmeyi de hedefliyor olabilir.
“Ayetullah Obama”dan Biden’a ABD’nin yeni dış politika vizyonu
Biden dönemiyle birlikte ABD’nin askeri güce dayalı müdahaleci politikaları terk edeceği zaten bilinmekteydi. Aslında ABD dış politikasının bu vizyonunun sınırları Biden’ın uzun süre yardımcılığını yaptığı Obama tarafından çizilmişti. Suudilerin İran nükleer anlaşması ve ABD’nin bölgede askeri angajmanını azaltma politikası sebebiyle “ayetullah” diye isimlendirdikleri Obama tarafından ortaya konulan “Obama Doktrini” Biden’ın seçimi kazanmasıyla yeniden ABD dış politikasının temel düsturu olmaya başladı. Bu durumun en önemli göstergesi ABD’nin ülkeyi Taliban yönetimine bırakmak pahasına tüm askerlerini Afganistan’dan çekmeye başlaması ve İran nükleer anlaşmasına dönme noktasında son derece hevesli olmasıdır.
Bugün ABD yönetimi, ABD’nin zayıflayan askeri, ekonomik, teknolojik kapasitesine ilaveten yükselen Rusya ve Çin tehdidini dengelemeyi en önemli dış politika gündemi olarak görüyor. Başta Orta Doğu olmak üzere ABD ve müttefikleri açısından önemli çıkar alanları olarak gördüğü jeopolitik hatlar boyunca şiddeti tırmandıran, ABD’nin savunma ve güvenlik yükünü artıran politikalara sıcak bakmıyor. Bu tarz politikaların, ABD müttefiki rejimlerin zayıflayarak çökmesine yol açması, ABD açısından kabul edilebilir bir durum değil.
Uluslararası arenada meşru hükümet olarak kabul edilen Hadi yönetiminin Suudi desteği olmadan ayakta kalabilmesinin mümkün olmadığı bilinen bir gerçek iken Biden yönetiminin, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi, Suudileri Yemen’den çekilmeye zorlaması, ülkenin yönetimini Husilere bırakma niyetini gösteriyor. Çünkü Yemen savaşı eğer kısa sürede sonlandırılamazsa ABD’nin bölgedeki en önemli iki müttefikinden biri olan Suudi Arabistan’ı (diğeri İsrail) ciddi manada istikrarsızlaştırabilecek bir potansiyel taşıyor. Riyad’ın ABD’nin savunma ve güvenlik yükünü artıran iddialı ve maceracı politikalara yönelmesi içinde bulunduğumuz dönemde ABD yönetimi açısından kabul edilemez riskler taşıyor. Bugün Biden’ın Yemen Özel Temsilcisinin Husileri meşru bir aktör olarak tanımlayan ifadeleri, başkanlığı döneminde Obama’nın Suudilere verdiği şu tavsiyeyi hatırlatıyor: “Orta Doğu’yu İranlı düşmanlarınızla paylaşmanız gerekiyor.”
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır]
[1] https://www.ft.com/content/16a7387c-e905-475b-b851-ef00229d3d4d
[2] https://www.middleeasteye.net/news/iraq-armed-groups-backed-iran-agree-halt-attacks-us-forces